Ben salt kendimi değil, annemi ve babamı da o evde tanımaya başladım. Yedi yaş ile on yaş arasındaki çocuk uyanış ve değerlendirmeleriydi bunlar. Bakışlarım yeni yeni onları görüyor, kulaklarım onların seslerini yeni yeni tanıyordu sanki… Hemen her gün kulaklarıma sızan bu seslerden bana en çok etki yapanı onların Kuran okuyuşlarıydı. Annem, aşağıdaki bahçe odasında, babam ise, dedemin ölümünden sonra ona kalan, haremin üst katındaki Yeşil Oda’da okurdu. Ak yazmalı, ak yüzlü, pembe yanaklı annemin sesi çok sonraları da ne gün o dede evini düşünsem, o evle, o günlerle birlikte var olmuştur yeniden…
Çok günler yukarılardan, Yeşil Oda’dan sızan bir başka ses de karışırdı annemin sesine… Daha kalın, daha oturaklı bir ses ki, çok daha yaslı bir yayılışı vardı ortalığa… Bahçe odasından gelen sesle, iç avlu ötesinden, ta yukarılardan inen öteki yaslı ses arasında, fırtınalara tutulmuş küçük bir kayık gibi sızıldanarak çalkalanırdı küçük başım. Eve yayılan bu sesler ad veremediğim bir umutsuzluk, bir korku yaratıyordu bende… Bu seslerden bir ölüm korkusu, ölmek kaygısı duymakta olduğum belliydi. Tanrı’dan geldiği söylenen bu kutsal kitap neden bana ölüm kaygısı veriyordu? Tanrı’yı hiç güler yüzlü bulmuyordum Kuran’ı dinlerken. Arapça bilmediğimiz için neler anlatıldığını anlamıyordum ama işte o hiç gülümsemiyordu ve bizden günde beş kez yere kapanmamızı istiyordu. Böyle düşünüyordum çocuk aklımla…
Kutsal Eve gelen giden; o teyzeler, o ablalardan duyduklarım, haftada iki gece dergâh kısmının tören salonunda gördüklerim beni karmakarışık duygulara sürüklüyordu. Tanrı ne kadar acımasızdı… Neler neler yapmamıştı ki o; Sırat köprüleri, cehennemler… Of!… Bütün bunları düşünüp, Kuran okunurken gözlerimi kapıyor, göklerin yetişilmezliğinin ötesindeki varlığa içimde korkulu bir yer ayırıyordum. Benim için Tanrı oydu işte… Korku ve ölüm…
Hazreti Muhammet’e gelince, ondan korkmuyor, onu seviyordum. İkide bir Tanrı ile birlikte adı geçen Muhammet Peygamber, güler yüzlü, uslu bakışlı, tatlı sözlü dedem Şeyh Ahmet efendi gibi biriydi sanki… Hele Ebubekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar… Özellikle Hasan, Hüseyinler… Sanki görüp bildiğim, ellerini öptüğüm tanıdıklardı hepsi. Ve şu Hasan, Hüseyin ağabeylere az mı ağlamıştım… Ezan sesi duyduğum sıralarda bunların hepsi de arka arkaya gelip geçiyorlardı sanki önümden.
Ezan sessiz kalmıyordu ki dede evi, Yeğenağa Camii Şerifi’nin o kalın minaresi evimizin tam karşısındaydı. Ezanların en güzelini on dört yaşındaki Hafız Yaşar okurdu. Sonsuzluğa uzanan bu körpe sesten göklere bir görünmez, bir ince yol giderdi sanki. Ses o yoldan ulu varlığın kutsal eteklerine kavuşurdu. Apak genç kızların da el değmemiş duygularını ona ulaştırırdı. Evlerin en sapa odalarında bile eserdi bu ses. Hele böyle karın dindiği, sokakların sustuğu, yerlerin donuştuğu, sınırkentin inanılmaz sessizliklere gömüldüğü ıssız kış ikindilerinde; mahalleleri aşar, damları, çatıları açar, kapıları aralar, evlerin odalarına süzülürdü…
Güzel yüzlü küçük Yaşar’ın okuduğu ezan çoktan bitmiş, o minare susmuş olsa da uzar gider olurdu kulaklarda, gönüllerde. Bir ince, bir tanrısal sızı ki, kolay silinmezdi içlerden. Uzun süre kentin üstünde kalırdı o ses… Kutlu ev kızlarının, nerede, neyle uğraşır olurlarsa olsunlar yüreklerini sarar sarmalardı bu ses… Sanki Palandöken doruklarına kadar giderek, karlı dağdan yine geri döner, Ilıca ovasına uzanıp yine geri gelir, aralık kapılardan odalara, sofalara inip, bu ak kızları bulurdu o ses…
Ezan, bu küçük sınırkentin yaşamında, bu kentteki tüm inananlarla baş başa yaşayan bir tanrısal varlıktı. Canlıydı sanki… Can bu sesteydi ve bu ses hiç gitmiyordu bu kentten. Kutlu şafaklardaki sabah ezanlarından, işli güçlü öğlelere, öğlelerden durgun ikindilere, oradan yorgun akşamlara, yatsılara dek birbirlerine yaslanıp geliyordu Erzurumlularla…Şehir dev bir kuş kafesi, ezanlar bu kafesin kubbesinde uçuşan apak kuşlar; uçuyor, uçuyor, uçuyorlar işte… Kimi dinibütün kişilerde böyle düşünceler uyandırırdı küçük Yaşar’ın okuduğu o mahzun ezanlar. Tanrı bu çocuğa, bu sesi Erzurum’da ezanı böyle okusun diye vermişti sanki…
Güz günlerinin o yelsiz, fırtınasız, güneşsiz öğlelerinde gök kubbeyi incecik bir bulut sisinin apak bir tül gibi sardığı o durgun saatlerde bu ezan başlar başlamaz yüreklere tanrısal bir esi dolardı… Kişiler dükkânlarında, kadınlar mutfaklarında, gelinler odalarında, yetişkin kızlar işlerinin başında başka bir anlam ile dolar, taşarlardı… Bir iyilik, bir güzellik, bir aklık duygusu ama… Neden ağlatıyordu sanki?… Neydi bu ortalığa yayılan hüzün?… Bu dünyada mutlu olmayanların öteki dünyalara duydukları özlem miydi yoksa?…
Yeğenağa mahallesindeki Kutsal Evde, tavanı mavi göklere bakan iç avludaki kızlar, kadınlar da hemen işlerini bırakır, ellerini karınlarının üzerinde bağlar, gözlerini kapar, ayak üzeri küçük Yaşar’ın ezanını dinlemeye başlarlardı. Yakındaki caminin minaresinden mavi göklere doğru kanat kanat uçup yükselen bu ezanı görür olurlardı sanki. Her birinin türlü hayaller, umutlar belki de acılarla dolu yüreklerine bir aklık, bir temizlik, bir iyilik dolardı… İyi edici bir esi ki, buna akıl erdiremez olurlardı.
Bu sesle yalnız onların içleri değil, tüm o çevre dağlarıyla birlikte, bütün kent yıkanıyor, temizleniyor, aklanıyor ve bir başka türlü ışıyordu sanki… Acılarından arınmış bu saf kızlar, kadınlar büyük Tanrı’yla karşı karşıyaydılar şimdi. Bu sıralarda yüce Tanrı’larıyla dost gibi söyleşirlerdi içlerinden. Ona salt kendi acılarını, umut ve umanslarını değil, günün sıkıntılarını da açar ondan çözüm dilerlerdi. Kişioğlunun en gizli duygularını örten kara sisler yok olurdu bu sıra.
Eğer Safiyye Paşa da oralarda ise o, ezan biter bitmez hemen saçlarını kıyıları işlemeli apak başörtüsünün içine gizler, bir şeyler mırıldanan dudaklarıyla, güvercin kanatları gibi ak, becerikli, kıvrak elleri karnının üstünde, avluya süzülüp merdivenlere sarardı. Namazını kılmak üzere Yeşil Oda’daki ak postun üstüne giderdi. Dedesinden babasına, babasından kocasına kalmış bu oda, bir köşesiyle onun ve paşasının Tanrı’ya durma yeriydi. Az sonra bu yeryüzündeki ödevlerinden birini yerine getirmiş olmanın, borcunu ödemiş olmanın eseni ile başörtüsünü çözüp yeniden başına örterek iç haremin yolunu tutardı. Basamaklardan ağır ağır inen bu kadının yüzünde, artan bir güzelliğin ışığını görür, birbirlerine bakar olurlardı orta kızları…
- Canerhan Tipi’nin babası Şeref Tipi’nin PIŞIBBA adlı kitabından alıntıdır.