Bize böyle öğrettiler, er adam söylediğini yapar, yaptığını söyler…
Erdoğan ise kumaşını işin başında belli etmişti. Hatırlayalım, hedefine erişebilmek için “gerekirse rahip elbisesi giyerim” diye televizyonlara çıkmıştı. Böyle diyenden doğru laf beklemek ancak ahmaklara mahsus herhalde… Onlar da bu kuyruklu yalanları “takiye” diye tanımlayıp kendini aldatmayı tercih edenler.
17-25 Aralık çıktı, hepsi montaj, rüşvetler gerçek değilmiş. Halk Bankası müdürü Süleyman Aslan’ın ayakkabı kutularından milyonlar çıktı, mahkeme bunları “bağış parası” kabul edip iade etti. Bir diğeri “evimde bulunan paralar benim değil, polis koymuş” dedi, mahkeme sonunda kendisinin olmayan paralar (!) kendisine yasal faizi ile birlikte geri ödendi.
Gezi olaylarındaki “başörtülü bacı” ve “camide içki içtiler” yalanları Erdoğan tarafından servis edildi, tüm yandaş basın bunun yalan olduğunu bile bile tekrarladı durdu.
Erdoğan “PKK ile görüşülmedi” dedi, sonradan belgeleri ortalığa döküldü.
Erdoğan sınırda yakalanan TIR’ların Türkmenlere sağlık malzemesi götürdüğünü söyledi, sonra da kamyonlardan silah çıkınca bunu haber yapanları devlet sırlarını ifşadan, casusluktan içeri attırdı.
Balyoz’da, Ergenekon’da Erdoğan “bu davaların savcısıyım” dedi, tertemiz subaylar harcandı, yüzü kızardı mı, bilmiyorum.
Değerli Fethullah Hoca’dan FETÖ’ye geçildi, bu süreç içinde bile bile yığınlarca yalan söyledi, bir tek “yanılmışız” ile kendini temize çıkartıverdi.
Örnekleri uzatmaya gerek yok, isteyen internete girsin, Erdoğan’ın bir gün beyaz dediğine ertesi gün siyah dediği istemediği kadar malzeme bulacaktır.
Bu yalanlar kime? Bana, araştırıp öğrenene değil. Kendi tabanına. Bir lider düşünün, ayakta kalabilmek için kendi tabanına durmadan yalan söylesin!
İşin en kötü tarafı, Erdoğan bu yalanokrasi metodu ile toplumun sosyal dokusunu, yaşama bakış açısını, psikolojisini değiştirdi. Türkiye 15 yıl öncesinin Türkiye’si değil artık; toprağa dokununca korku, kin, kötülük, nefret, kültürsüzlük fışkırıyor.
Kimin ne yapacağı belli olmayan bir toplum olundu. Ortada hukuk, mahkemelere güven kalmayınca ya gemisini kurtaran kaptan, ya bana dokunmayan yılan bin yaşasın, ya da köşesine çekilip fırtınanın dinmesini bekleyenler. 10 yıl önce mafyanın başı ezilmişti, şimdi etraf Kurtlar Vadisi dolu. 10 yıl önce sabah erkenden kapı çalınınca kapıcı gazeteleri getirdi derdik, şimdi acaba nereye götürecekler korkusu.
10 yıl önce devlet dairelerinde her politik görüşten insanlar çalışırdı, şimdi durum malum, AK Partili olmak bile yetmiyor, yüksek makamlar için bir de bir tarikat mensubu olmak lazım.
15 yıl önce de Türkiye cennet değildi, ama ülke ikiye, üçe bölünmemişti. Kimse körü körüne birinin peşine takılıp ülkeyi uçuruma götürmüyordu. Komşu komşuya, akraba akrabaya nefret ile bakmıyordu.
15 yıl önce belki ordu ak sütten çıkmış kaşık değildi, ama subayım, assubayım üniforması ile sokağa çıkmaktan çekinmez, tersine gurur duyardı.
15 yıl önce eli palalı adamlar ancak adli nedenlerle, o da ender olarak görülür, siyasi nedenlerle etrafa korku salanlar olmazdı.
15 yıl önce de Türkiye sosyal bir ülke değildi, ama üç-beş yılda mültimilyoner olanlar pek görülmezdi; en fazla kazanan ile en az kazananlar arasında bu kadar büyük bir uçurum yoktu.
Bu yalanokrasi yanında ilk baştan yandaşokrasi, daha sonra da yaranmokrasiyi getirdi. Yandaşsan cebin doluyor, yaranıp Erdoğan’ın gözüne girebilirsen sırtın yere gelmiyor. Yan tarafta yangın çıkmış, ülke yakında duvara toslayacak, boş ver yaa…
Gelinen yerden kimin gönlü rahat? Ama Türkiye bir kez %50-%50’lendi. Yalanokrasi karşılıklı güveni ortadan kaldırdı. Daha kötüsü geleceğe güveni sildi süpürdü. 100 kişiye sorun, herkes samimi olarak cevap verse, bunlar daha iyi günlerimiz.
Karşımızdakini anlamaya çalışmadan karalama, düşman etme genel çizgimiz oldu. Çünkü artık demokrasinin ruhuna rahmet okuyup tek adamlık rejimine fit olduk.
Türkiye’yi bitirdik, Tayyipokrasiye geçtik…
Tek adam, aslında yalnız adam demek. Suç heybesi bu kadar dolu olunca da korku içinde, ancak korku salarak yaşayabilen adam demek. Yanlış üzerine yanlış yapan adam demek.
Bir farkına varabilsek çarenin son helvada olmadığını göreceğiz. Yazın bir tarafa, az kaldı.
İbrahim Çakıroğlu