Arnavutköy’de hemen her bahçeli evin duvarlarında, çardaklarında mor salkımlar vardır. Hele Eseniş Koleji’nin dış kapısının yanında kalın bir dalla duvardan çıkmış bir mor salkım vardı. O kalın dala otururdum, bazen bacaklarımı sarar; baş aşağı sallanırdım.
Okul müdürü Adnan hanım “evladım düşeceksin, bak annene söyleyeceğim sonunda” derdi… “annem biliyor.. az önce gördü beni”
Eminim beni tanıyana kadar benim o mor salkıma bu kadar takıntılı olmam Eseniş’teki hocalara oldukça endişe vermiştir, uzman eğitimciler olarak.
Ahh Mayıs ayı… Arnavutköy; erguvana boyanır ama mor salkım kokar.
Biz sokakta oynayan özgür çocuklardık. “Üstünü kirletme” demeyen annelerimiz vardı. Benimki sadece “uçuruma inme” derdi. Ama en güzel erguvanlar o uçurumdaydı. Hani karşı yakadan baktığınızda Arnavutköy’de gördüğünüz o güzelim erguvan ormanı var ya; işte onun bir kısmı, bizim evimizin önünden başlayıp; alt taraftaki Dulkadiroğlu sokağına kadar inen 30 metrelik uçurumdadır. Oraya uçurum derdik ama; ben oraya inip; saatlerce dolaşır “uçurum” olurdum. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda; erguvanların kavuşmuş dallarından bir pembe gökyüzüm olurdu. Ne yılanından korkardım, ne akrebinden. O uçurumu düşündüğümde hala oradaki serinliği hissederim. Başımın yukarılarında kalan bir yerden yine annem adımı seslenecek sanırım. Her defasında içine doğardı annemin. Seslenirdi avaz avaz: “Dilaraaaa” Sesimi çıkarmazdım. Sus derdim yanımda inmesi için ikna ettiğim ve indikten sonra “bensiz çıkamayacağını” fark edip; bana sorun çıkaran arkadaşıma. “Sus sakın sesini çıkarma! Burada olduğumu anlamasın!” Bilirdim; uçurumda yakalanmanın bedeli üç gün ev cezasıdır. Gerekirse; çekerdim. Buna değerdi!
Bu aylarda boğaz erguvan rengine bürünür… Pembe tonları karışır baharın yeşiline… Bir baskın hal alır erguvan. İstanbul’da bir erguvan çılgınlığı yaşanır. İstanbul boğazı erguvana boyanır ama mor salkım kokar. Hangi sokağa girseniz; aynı koku yakalar sizi.. Taş sokaklar, taş duvarlardan gelen mor salkım kokularını alır sırtına bir şal gibi.
Bir keyifsiz zamanımda; bir mor salkım gelir karşıma… Çocuk olurum. 7 ile 47 yaş arasındaki 40 yaşı, bir anda kapatırım. Bu sabah benimle aynı adı paylaşan ofisteki mimar adaşım; iki mor salkımla girdi içeriye… Keyfim yokken; tanıdık bir sesle, tanıdık bir kokuyla bir anda değişirim ben. Elime aldım o iki salkımı… Burnumu gömdüm… Çocukluğum koktu, Arnavutköy koktu bütün ofis.. Doyamadım koklamaya. Sonra kopardım çiçeklerinden birini. Önce yapraklarını ayırdım sapındaki boğumdan, içini kontrol ettim, karınca var mı diye. Tıpkı çocukluğumda mahalledeki arkadaşlarımızla yaptığımız gibi. Bu ön kontrolü öğrenene kadar çok karnımız ağrımıştır, çiçeklerin içinde yanlışlıkla yediğimiz karıncalar yüzünden.
Mor salkımdan usanır, erguvanlara geçerdik. Eteklerimizde birbirini kucaklardı, mor ve pembe çiçekleri… Toplardık, Havaya savururduk. Hepimiz birer erguvan, hepimiz birer mor salkım çiçek olurduk.
Biz mor salkım ve erguvan çiçeklerini yiyen çocuklardık.
Biz o sokaklarda kolayca çocuk olurduk.
Dilara Akıncı