Hayatımızda küçük, çok küçük objeler vardır: Onları alır, evimizin bir köşesine beğeni ile koyar sonra sadece tozu alınacağı zaman hatırlarız… Oysa o minicik objenin, (bu bir kül tablası da olabilir, bir kitap veya bir minik resim de olabilir) o evde büyüyen küçük bir çocuk için anlamını asla anlayamayız… Çünkü o eşyaya hiçbir zaman çocuk gözüyle bakmamışsınızdır.
Hayatımızda çok özel insanlar vardır: Onları alır hayatımızın en önemli yerinde tutarız özenle. Buna rağmen hayattan fırsat buldukça gidebiliriz yanlarına. Hayattan fırsat buldukça! O kişi sadece oturduğu yerden; anneanneniz olur, (ben ona cicianne derim), sırdaşınız olur, gizli kasanız olur, yaramazlıklarınız olur, okulunuz olur. Ona hiçbir zaman; bir gün kaybedeceğiniz gözüyle bakamazsınız!
Bir insanın eline doğduysanız; gözü hayatınız boyunca üstünüzde olur. Sesinizden tanır içinizdeki fırtınayı, daha siz eve girerken üzüntünüzü okur, heyecanınızı anlar. Ondan elinizi ayağınızı bile saklayamazsınız. Dünya üzerindeki bütün alınacak dersleri tecrübe adı altında size yavaş yavaş öğretir; siz ancak hepsini öğrendiğinizde verilen eğitimin farkına varırsınız.
Doğduğum günden beri hayatımın en büyük rol modeli, aldığım bütün tecrübelerin baş öğretmeniydi, Melek Nur Özipek. Hem anneanne hem ciciannemdi. Hem arkadaşım, hem sırdaşım. Hem okulum, hem yaramazlığım. Muzurluklarım, okul yıllarında velim, evlenirken şahidim…. Tek bir kişi bazen bir çok sıfatı hakkıyla kaplar hayatınızda… Bu sizi mutlu eder. Pek çok insan hayatınızda tuttuğu yere rağmen, tek bir sıfat olmayı başaramazken, ciciannem gibi bir tek kişinin bunca sıfatı benim hayatımda bu kadar hakkıyla taşıması benim büyük şansımdı. Bunun keyif ve mutluluğunu 45 yıldır sürdürürken; bir gün onu kaybettiğimde; bütün bu sıfatları da teker teker kaybedeceğimi ve her biri için acıyı ve yası en baştan yaşayacağımı düşünmemiştim.
Bazen acıyı ve üzüntüyü alıp; nereye koyacağınızı bilemezsiniz. Öyle şaşkın, öylece olduğunuz gibi durursunuz. İşte ciciannemi kaybetmek bana bunu yaşattı. Üzüntüm elimde kaldı sanki; nereye koyacağımı bilemedim. Bir arkadaşım adını sordu; söyledim “Melek Nur”. “Ne güzel” dedi; “bak daha önce adı Melekmiş zaten. Şimdi de senin Meleğin oldu.”
Doğduğunuz günden beri hayatınızda olan insanlara aranızda kan bağı olmasa bile bana göre aile deniyor. Ve böylesi bir sevgi; kan bağının anlamını sıfıra indiriyor. Ciciannemle birbirimizi bu kadar sevmek için kan bağına ihtiyacımız hiç olmadı.
***
Onunla ilgili hatırladığım ilk şey; Bebek Arif Paşa Korusu’ndaki apartmanın balkonundan sarkarak beni öğle yemeğine çağıran hali. Üstünde nefis siyah bir kazak vardı, yanında da bir an önce eve dönmemi bekleyen hevesli kurt köpeğimiz Safir. Sanırım ciciannem o sıralarda; benim şimdi olduğum yaşlardaydı.
-“Dilaracığım, hadi sofra hazır, oyunu bırak gel. Büyükler sofrada bekletilmez, ayıptır”
Bu ondan aldığımı hatırladığım ilk dersti: Büyüklere saygı göstermeyi ve ailenin aynı anda sofrada olmasının ne demek olduğunu böyle öğrendim.
***
Evde kocaman bir gümüşlük vardı. Onun içinde yıllarca toplanan biblolar, cam süsler, antika gümüşler ve hatta anı niyetine çıkılan seyahatlerden alınıp getirilen küçük objeler olurdu. Biz ailece manevi değer ve önem taşıyan her küçük nesneye; sanat harikası kıymeti verenlerdeniz. Çok pahalı bir opal kasenin yanına; çocuklarımızın yerden bulup verdiği bir at kestanesini o günün anısı olarak koyar, özenle saklarız. Bu alışkanlık bana da geçmiş tabii olarak. O dolap da, böyle bir dolaptı işte. Üç yaşında bir çocuk için hazine sandığı!
Manevi değer taşıyan küçücük şeylere; milyarlık değer vermeyi böyle öğrendim.
Ben çocukluğumun uzunca bir süresini o vitrinin camına ellerimi ve hatta ağzımı dayayıp; içindekileri seyrederek geçirdim. Ortalıkta kimselerin olmadığı anlarda; vitrinin kapısını usulcacık açar; içinde gözüme kestirdiğim parçayı alır incelerdim. Onları elimde tutmak bana mutluluk verirdi. Özellikle de altı parçadan oluşan incecik bir işçilikle şekillendirilmiş fildişi biblolar… O kadar güzel ve o kadar narindiler ki; hem beni kendilerine çeker hem de kırılmalarından korkmama sebep olurlardı. Onları özenle elime alıp; incelerdim.
Avcuma aldığım eski nesnelerin hikayelerini merak etmeyi ben o biblolarla öğrendim.
Annemin “dokunma kırarsın” uyarıları işte tam da bu zamanlara denk gelirdi hep. Ve ben neredeyse her defasında elimde o fildişi biblolardan biriyle; evdekilerden birine mutlaka yakalanırdım. Elimden usulcacık alırlar ve vitrindeki yerine koyarlardı. Hemen ardından vitrinin kapısı kilitlenirdi. Çocuktum; ya kırsaydım? Biblolara bir şey olmazdı ama benim hevesim kırılırdı. Arkama baka baka uzaklaşırdım. Aklım o biblolarda kalırdı.
Bana göre eğlenceli ve merakımı kamçılayan o küçük eşyaların durduğu vitrin, kocaman bir vitrindi. Yıllar sonra anladım ki; kocaman olan vitrin değilmiş; küçük olan benmişim ve gözüme boyuma büyük görünürmüş meğer. Demek o kadar küçükmüşüm.
Gözüme büyük ve erişilmez görünenlerin; göründüğü kadar büyük ve erişilmez olmayacağını o vitrinden öğrendim.
Ben evlendim ve ilk yılbaşımda ciciannem bana kırmızı bir kağıtla, özenle paketlenmiş bir hediye verdi. Belli ki; elleriyle hazırlamıştı. Açtığımda inanamadım. İçinde o hayran olduğum fildişi biblolardan biri vardı ve bana şöyle dedi;
-“Dilaracığım; sen çocukken bunları çok severdin. Kırarsın diye vermezdik eline. Yıllarca o vitrin camına dayanıp; bunları seyrettin. Ben de seni seyrettim. Her doğum gününde ve yılbaşında sana bunlardan birini vereceğim. Senin olmalarını istiyorum”.
Sevdiğin her şey için sebat etmek gerektiğini, çok istersen ve çok seversen mutlaka kavuşacağını öğrendim.
O fildişi biblolar şimdi benim gümüşlüğümdeki özel yerlerinde duruyorlar. Tam takım halinde. Şu sıralar henüz ağlamadan onlara bakamıyorum ama yavaş yavaş sakinleyecek içimdeki boşluk. Bir gün kim bilir belki ben de; onları kendi torunlarıma vereceğim.
Ciciannem son iki senesinde ona her gidişimde; evindeki özel hatıralardan bir şey verdi bana mutlaka. Çok sevdiği ve erken kaybettiği sevgili iki arkadaşının yaptığı tabloları, dedemle gittikleri Cenevre’deki o müze gibi mezarlığı anlatan 1952 baskılı bir kitabı, kendi elleriyle yaptığı hat sanatının güzel çizimlerinden birini, sadece benim için boyadığı Türk kırmızısı gelincikleri… dedemin eski bir daktilosunu… Özellikle daktiloyu; “bunun kıymetini ancak sen bilirsin” diyerek verdi. “Tamir ettirirsin, kullanırsın. Bilirim sen daktilo sesini çok seversin” dedi. İstanbul’da yaşayan tanıdığım son daktilo tamircisinin 20 yıl önce vefat ettiğini ona söylemedim. “Artık yazma özelliğini kaybetmiş daktilolardan da aynı sevdiğim ses çıkıyor” diye düşündüm.
Gitme günü gelmeden önce sevdiği eşyaları, en çok sevdiklerine emanet etti. Günü gelmeden önce benim de aynısını yapmak istediğimi ona hiç söylemedim.
Sevdiklerinle sevdiğin her şeyi yaşarken paylaşman gerektiğini yine ondan, işte böyle öğrendim.
***
Çok küçük olduğum yaşlardı ama çok net hatırlıyorum. Misafirliğe gittiğimiz bir
tanıdığımızın evindeki çocuklar elime bir leblebi verip; “hadi burnuna sok”
dediler. Gaza geldim. Leblebiyi burnuma soktum ve sonra da bunu yaptığımı
unuttum. Sabaha karşı annemle babam benim inlememle uyanmış. Burnum mosmormuş
ve olabildiğince şişmiş. Durumun nedeni
anlaşılmış ama yaşanılan panikte beni hastaneye götürmeyi nedense hiç
düşünmemişler.
O sabah yatağımdan kucaklandığım gibi cicianneme götürüldüm. Bizim ailenin hekimden bir önceki adımı; daima ciciannemdi. Bütün aile panik halinde beni balkona çıkardılar, üç kişi bacaklarımı ve kollarımı tutarken; ciciannem elinde dedemin pul koleksiyonunun uzun cımbızı ile yanıma geldi. Ben cımbızı ve nerede nasıl kullanılacağını anlayınca avaz avaz bağırmaya başlamıştım. Ciciannem, elinde o çirkin cımbızla karşımda durdu ve bana şöyle dedi: “Dilaracığım, lütfen sakin ol ve bana güven. Senin canını yakmayacağımı biliyorsun değil mi?” Bir an durdum ve baktım. Ve sonra her şey durdu.
-”Dilara’yı tutmayın, bırakın. Biz bu sorunu ikimiz hallederiz” dedi. Öyle de oldu. Kimsenin ellerimi ayaklarımı sıkı sıkı tutmasına gerek kalmadı. Dedemin pul koleksiyonunun ünlü çirkin cımbızı, ciciannemin maharetli elleri ve burnumdaki leblebi arasında “burundan leblebi çıkarma operasyonumuz” sonlandı. Dedem pul cımbızının bu şekilde kullanıldığını asla öğrenmedi. Öğrenseydi; eminim hepimize bir çift lafı olurdu.
Ne olursa olsun; cicianneme güvenebileceğimi ben o gün öğrendim.
***
7 yaşındayken çok ağır bir kızamık geçirdim ben. Gözlerime vurmuştu. Işığa bakamıyordum. Azıcık ışık olsa dayanılmaz bir acı duyuyordum. Ciciannemin evindeki sandık odasına bir yatak konuldu ve beni dış dünyadan kopardılar. Odaya gelip gittikçe annemle ciciannemi karanlık gölgeler halinde görüyordum. Hepsi o kadar. Yemeğimi de karanlıkta yiyordum. Berbat haldeydim ve çok acım vardı. Düşmeyen bir ateşle savaşıyordum. Ciciannem sürekli kapıyı açıp kapatıyor; yanıma geliyor ve ağzıma cıvalı dereceyi sokup; beş dakika çenem yorulmadan tutmam için tepemde bekliyordu. Verilen ilaçlar 4-5 gün sonra faydasını gösterip de gözlerim biraz düzeldiğinde; odama bir kitapla geldi. Bir elinde de pilli bir fener vardı.
-“Eeee artık okuma yazmayı öğrendin sayılır. Al sana fener. Bu kitabı, oku bakalım” dedi. Loş fener ışığında, kitabın adını okumaya çalıştım. Okuyamadım. Benim öğrendiğim gibi bir şey değildi okuduklarım. Harflerin hepsini tanıyordum ama bunlar yan yana geldiklerinde garip bir şeyler çıkıyordu ortaya, okuyamıyordum!
Ciciannem başımda durdu ve okumaya çalışmamı sabırla izledi. “Ama Dilaracığım; öğrenememişsin demek hâlâ okumayı” dedi. Çok utanmıştım. “Okulda okuyabiliyorum ama….” dedim. Okulda her şeyi okurken; dışarıda üç kelimeyi okuyamaz mı insan! Dokunsalar ağlardım… Ben okuma-yazmayı biliyordum ama bu kitabı bir türlü okumayı başaramıyordum.
Ciciannem derin bir nefes aldı ve sonra da kitabı elimden alarak, kapak üzerindeki ismin üzerinde parmağını ilerleterek, heceledi bana:
-“Adab-ı Muhaşeret Kaideleri. Anladın mı şimdi? Al; oku bakalım.”
Anlamamıştım, ama anlamış gibi başımı salladım. Anlamadım demeyi o an için kendime yediremedim. Daha yedi yaşındaydım!!! Bugün düşündüğümde o gün içinde bulunduğum durum bana tabii ki komik geliyor. Ama Ciciannem yaşadığı yıllar boyunca, hepimize adap ve terbiye anlamındaki öğretilerine hep devam etti. Bir sonraki okumam için bana verilen kitap; Eski Türkçe Lügat’tı.
Evimin içinde konuşulan güzel, temiz bir eski Türkçe ile büyüdüğüm için, daha ilkokul bitmeden; güzel, etkili ve iyi bir telaffuzla konuşmayı öğrendim. Sonrasında; bunu yazıya geçirmeyi öğrendim.
***
Bir başka gün evin içinde avere avare dolaştığımı görüp; başımın üzerine koca bir kitap koydu.
-“Hadi bakalım, bunu başından düşürmeden, düz bir çizgide dik yürü”
O gün düz bir çizgide dik yürüdüğüm ilk gündü. Bunu bugüne kadar bir çok konuda yaptım sanıyorum. Kabul ediyorum; belki bazen biraz fazla dik oldum ama….
Kendi çizgimde dik yürümeyi ondan öğrendim.
***
Hayattaki en önemli üç kelimeyi ondan öğrendim: “Lütfen”, “Rica ediyorum” ve “Teşekkür ederim” Bu üç kelime; her işin yolunu açar demişti. Bu üç ifadeyi kullanmayı alışkanlık haline getirmeyi ve gerçek anlamlarını yükleyerek söylemeyi öğrendim.
Karşımdaki insanlara sen yerine, siz demeyi. “Hürmet, sebat, zerafet, adap, terbiye, görgü, efendilik” kelimelerinin anlamlarını ve bu anlamlara hakkını vermeyi… Bu anlamları bilmeyenlere de hakkını vermeyi öğrendim.
Mevlana’yı sevmeyi, din, dil, ırk, meshep, meslek, aile ayırmadan; insana değer vermeyi. Bu dünyadaki görevimizin, bildiklerimizi, gördüklerimizi, tecrübelerimizi aktararak gitmek olduğunu öğrendim.
Bu öğretilerinin hiç birini bize ders verir gibi öğretmedi. Örnek olarak öğretti. Öyle ki; biz neler öğrendiğimizi ancak yaşadıkça anladık, idrak ettik.
***
“Sevgi için yaşa, sevgi ile yaşa.. Bu dünyada sevdiklerin ve sevgi, en değerli duygudur. Senin sevgiyi, sevgiyle yazan bir kalemin var. Ondan vazgeçme.. Kırıldığın anlar olacak. Hayat bu kıracak elbet. Kalbin kırılsa da kalemini kırma Dilaram. Yazmaktan vazgeçme.. Güçlü ol. Gücünü sakın kaybetme evladım, e mi? Seninle iftihar ediyorum”
Kalemime kırıldığım bir günde; kalemimi ve kendimi bana affettirdi. Ne olursa olsun herkesi koşulsuz affetmeyi ve affedebilmenin özgürlük olduğunu öğrendim. Ama hepsinden önce; önceliği kendime vermeyi…
Bana hep “Dilaracığım…………” diye başlayan dersler verdi. Derslere böyle başlayınca; öğretmenin daha kolay olduğunu öğrendim.
***
Biz onu kaybetmeden 6 ay kadar önce bir gece beni aradı ve “Evladım size verdiğim terbiye için özür dilerim. Meğer hayatın içindeki insanlar terbiyeli değilmiş. Ben size kötülük yapmışım. Affedin. Benden öğrendiğiniz terbiye ile; mutsuz etmişim sizi meğer” dedi.
“Ciciannem” dedim; “üzülmeyin. Biz; sizden aldığımız terbiyeyi sadece hak eden insanlara gösterdik. Hayat da bize bunu öğretti”
***
Ciciannemi 12 Şubat 2016 da kaybettik. Bütün sevdiklerinin yanına 14 Şubat Sevgililer Günü’nde uğurladık. Güneşler içinde bir gündü.
Kalbim henüz söz dinlemiyor. Gözlerim ve kulaklarım ve biraz da aklım yavaş yavaş alışmaya başladı. Ama kalbim; sürekli bana “kalk onu ara” diyor. Sanırım epey bir zaman alacak onsuzluğa alışmak. Garip bir biçimde kendimi onsuz hissetmiyorum. Gidenlere alışmak bana hep çok zor gelmiştir. Uzun süre, hiç gitmemişler gibi yaşamaya devam ederim. Hayatıma “hiç gelmemişler” gibi yaşadıklarım da vardır. Zaten ailenin en zor ikna edilebilen ferdi hep bendim sanırım. İnatçı damar!
Bu yazıyı bundan 10 sene önce yazmaya başlamıştım. İlk paragrafı bir kere daha okur musunuz geriye dönüp? İşte sadece o paragraf yazılmıştı. Sonra yazı durdu. Zaman zaman açıp okudum; kalbimin yazıya hazır olup olmadığını; kalemin görevini tamamlayıp tamamlamayacağını kendi içimde yokladım. TIK yoktu… Yazı; kış uykusuna yatmıştı.
Bazen çok sevdiğiniz birine; yazı ile veda etmek gerekir çünkü bir yazar için en zoru budur. Yazdığınız her kelime içinizi, yüreğinizi oyar. Her yazımın altına mutlaka bir kendi yorumunu ekleyen ve benim için en önemli notları yazan cicianneme veda zamanının bir gün geleceğini hiç düşünmedim.
İnsanlar yaşlanır elbet. Ama anneanne – torun sevgisi yaşlanmaz. Dertleştiğin günler yaşlanmaz. Paylaşılan sevgiler yaşlanmaz. 45 ile 85 yaşındaki iki kadın yaşlanır elbet ancak aralarındaki muzurluk, yaramazlık, arkadaşlık ve güven yaşlanmaz.
Ayrılıkların en zoru; gidenlerle kalanlar arasında yaşanamayan ve söylenemeyenler sebebiyle yaşanan üzüntüdür. Bu üzüntüyü yaşamıyorum çünkü biz ciciannemle birbirimize sevdiğimizi bol bol söyledik. Bol bol sarıldık. Sevgimizi göstermekte de söylemekte de; kısır ve eksik olmadık.
Sevdiğim zaman; sevdiğim kadarını içimden geldiği gibi cömertçe göstermeyi farkına varmadan öğrendiğimi görüyorum.
***
Hani üzüntünün en derinde yaşanıp; size asla tam ve derin bir nefes aldırmadığı nefesinizi sürekli kestiği anlar vardır. Ciciannemi kaybetmek de işte benim tam olan nefesimi böyle kesiyor. Aradığımda, telefonu “benim canım evladım….” diye açılan tek kişiyi kaybettim ben.
Elinizde tuttuğunuz bu kitabın basılmasını çok bekledi. Kısmet olmadı. Farkında bile olmadan 45 yıl boyunca; şu sıralar hızla yazdığım yeni kitabımdaki Devin Murad karakterine ilham verdi. Devin Murad, klavyemin üzerinde gezinen parmaklarımda; ben ciciannemi düşündükçe canlandı, nefes aldı. Kitabı bitirebilsem; bunu ona söyleme fırsatım da olacaktı. Ama ben ona Devin Murad’ı okudukça; anlattığım karakterin ona tanıdık geldiğinden eminim.
Benim ciciannem,
Sayenizde artık ben; yaşlandığımda nasıl biri olacağımı biliyorum. Size de söylediğim gibi; ben artık içimde yaşattığım bütün kadınları iyi tanıyorum. Ve biri; size çok benziyor.
Sağ elimi sol omzuma götürüyorum. Eliniz sanki hep orada. Sol omzumdan tutuyorsunuz beni. Elimi kendi omzuma koyduğumda; yine el ele oluyoruz. Her zamanki gibi.
Bazı insanlar canlı okullardır. Hayatlarına uğramış olmak; yollarından geçmiş olmak sizin için büyük şanstır. Ciciannemin yaşama şeklini seyretmek bile; hayatı öğrenmek için iyi bir yöntemdi.
Bugün benim duruşumda bir fark varsa; işte ondandır.
Dilara Akıncı