“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti” Falih Rıfkı Atay (Batış Yılları)
Mehmet Ali Aynî, 1908’de yeniden açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın halini anlatırken, şunları yazıyor:
“Bu meclis sanki Babil kulesiydi. Çünkü oraya toplanan milletvekillerinin çoğu birbirini anlamıyordu. Vakıa bu mebuslar Osmanlı Meclis-i Mebusanına gelmişlerdi; ama hakikatte bir Osmanlı Milleti yoktu. Bu meclise Manastır’dan Pançedoref’i, Saroz’dan Hristo Dalçef’i mebus seçerek göndermişlerdi. Fakat bu adamların Hakkâri’den gelen mebus Taha, Medine’den gelen Esseyid Abdülkadir Haşim, Lazkiye’den mebus çıkarılan Dürzî beylerinden Mir Mehmet Arslan ile hiçbir münasebeti olmayacaktı. Çünkü bunların dilleri başka, dinleri başka, emelleri başkaydı. İşte hakikat böyle olduğu halde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki idealistler, bütün unsurları –eski Tanzimatçılar gibi- yine Osmanlılık bağı ile bağlamak hülyasında idiler. Fakat çok geçmeden bu bağın pek çürük olduğunu onlar da anlamışlardı. Serfice mebusu Boşo bir gün müzakere sırasında kendisinin Osmanlılığının Osmanlı Bankası’nın Osmanlılığı kadar olduğunu onların yüzüne bağırmıştı. İttihatçılardan bazıları da bu mecliste bulunan Müslümanları olsun İslamiyet bağı ile toplu bulundurabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat bu bağ ile de ne Arapları ne Arnavutları bir noktada birleştirmenin mümkün olamayacağı anlaşılıyordu. Esasen İstanbul’da daha Meclis-i Mebusan tesis edilmeden evvel Arnavut, Kürt, Arap cemiyetlerinin gösterdikleri faaliyetin şekli ve manası ileriyi görenleri pek ziyade düşündürmüştü. Bunun için çok geçmeden bu mecliste, Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler; Yunanilikten, Ermenilikten, Bulgarlıktan, Araplıktan, Arnavutluktan, Kürtlükten bahsetmeye başlamışlardı.
(…) Meclis-i Mebusan’da yalnız bir milletin sesi yükselmiyordu. Orada bulunan Türk mebusları ‘Biz Türk’üz’ demeye cesaret edemiyorlardı. Bundan başka, bu Türk mebuslarının birçoğu medreseden yetişmiş hoca idiler. Onlar aldıkları dini terbiye iktizasından olarak kavmiyetten bahsetmeyi günah sayıyorlardı. Onlar Arap olsun, Arnavut olsun, Kürt olsun; hepsinin Muhammed’in ümmeti olduğuna inanmışlardı. Onların bu itikadı o kadar samimi idi ki, günün birinde kürsüye çıkan Evkaf Nazırı Şemseddin Bey nutkunu Arapça söylemeye başlamıştı.”(1)
Ya eğitimin hali? Onu da Nurettin Koç’un kaleminden öğrenelim:
“Osmanlı devletinin Tanzimat’tan önce değişik nitelik ve amaçlara sahip üç okulu vardı. Enderun Okulu, Sıbyan Okulu, Medrese.
Enderun okulunda öğretim on dört yıl kadar sürüyordu. Bunun yedi sekiz yılı hazırlık okullarında geçiyordu. Bu okulda spor büyük önem taşıyor; öğrenciler ata binmeyi, ok atmayı, güreşmeyi, ağırlık kaldırmayı, cirit atmayı öğreniyorlardı. Bu okulda Türk tarihi ve Türkçe öğrenimi de önem taşıyordu. Çünkü bu okula, devşirme yasası gereğince, Hıristiyan çocukları alınıyordu. Bu okulun öğretim izlencesinde yobazın karşı çıktığı müzik, matematik ve geometri dersleri de yer alıyordu. Bilindiği gibi bu dersler XVI. Yüzyıldan sonraki Osmanlı medreselerinde okutulmazdı. Dolayısıyla bu okullar arasında en küçük bir benzerlik bile söz konusu değildir. O kadar ki, Ziya Gökalp göre ‘Medreseler, içine aldıkları Türk unsurları Araplaştırıp Muhammed Ümmeti haline getirirken, Enderun Okulları, Türk olmayan çocukları alıp Türkçe ve Türk Tarihi okutarak onları Türleştiriyorlardı’”(2)
Ümmetçi zihniyetlerin kafası bugün de aynı. Tarikat ve cemaatlerde anlatılan, işlenen benimsetilen fikirler, Araplaştırma’ya dönüktür, buralarda Türklüğün esamesi okunmaz. İmam-Hatip Okulları da son yirmi yıldır bu çizgiye gelmiştir. Diyanet personelinin yüzde doksanı da bu kafadadır.
Yani dememiz o ki, milliyet duygusunun ve millet gerçeğinin en büyük düşmanlarından birisi “ümmetçi” zihniyetlerdir.
“Osmanlı ümmet siyasetinin son yüz senesi mağlup ümmet siyasetinin, kendisine sömürge arayan galip emperyalizmle uyuşmasını gösterir.
Ümmet siyaseti, son asır zarfında emperyalizmin uşağı olmayı açıkça kabul etmiştir.
Ümmet siyaseti Türkiye’de iflasına mukabil, memleketi yabancı sermayesine kayıtsız şartsız terk etmeyi hiçbir zaman şiarına aykırı saymamıştır. Özellikle Sevr Antlaşmasıyla ümmet siyaseti Türkiye’de son kozunu oynamıştır. Sevr Antlaşmasıyla dünya emperyalizmi Türkiye’de bir ümmet siyaseti simgesini muhafaza edecektir.
Ümmet siyasetiyle mücadele ederken bizi bunu daha iyi hissediyoruz. Çünkü ne zaman ümmet siyasetinin bir kurumuyla, bir unsuruyla karşılaşsak Türkiye’yi bir sömürge haline koymak isteyen kuruluşlarla karşılaşıyoruz”
Osmanlı’da bu haller ve fiiller içinde olanlar, Türkiye Cumhuriyeti’ni de tabii ki hiç sindirememişlerdir içlerine. “Bu cumhuriyet iki esasa göre kuruldu, biri ırkçılık (Türk Milliyetçiliğini kastederler), diğeri dinsizlik (laiklik kastediliyor). Bu iki esas kaldırılsa, Türkiye’de hiç bir sorun kalmaz”(3) demişler, bugün de demeye devam etmektedirler.
Peki, kaldırılınca ne olacak? İslamî bir Sevr haritasıdır düşledikleri. Türkiye’de yaşayan (onlara göre 36 adet) her etnik gruba, hatta her cemaate devletçikler, özerk yapılar… Tabii, bunların hepsi, batının emrinde ve güdümünde olacak.
Türklüğü bir etnik grup seviyesine indiren, Türk Milliyetçiliğini en büyük günah sayıp, fütursuzca kendi milliyetçiliklerini yapanlardır bunlar. Yukarıda da ifade ettik, bazı saftirik, milli şuurdan ve Türklük bilgisinden nasibini alamamış Türkler de “Nurculuk, Nakşîlik, bilmem necilik” diyerek bunların peşine takılmaktadırlar.
Bu zihniyettir Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü küfür olarak anlayan ve belleyen. Bu zihniyettir; bilimsel gerçeklerden ve İslam tarihinden bihaber, din adına ahkâm kesen.
Bunlardır dün olduğu gibi, bugün de gâvurdan beslenip, gâvura yaslanarak, milliyetçilere kara çalmaya çalışanlar.
Cazim Gürbüz
(Bayburtpostası)
1- Mehmet Ali Aynî-Milliyetçilik:Tarihte ve Türklerde Din ve Milliyetçilik
2- Nurettin Koç-Laik Eğimden Şeriatçı Eğitime
3- Sadri Etem Ertem-Türk İnkılabının Karakteri/Kaynak Yayınları