Geçenlerde biri bir “tweet” atmış, şöyle diyor: “Cübbeli Ahmet ile Stephen Hawking aynı zaman diliminde yaşadılar, bizim hissemize Cübbeli düştü…”
Peki bu bir rastlantı mı? Asla değil!
Olayı anlayabilmek için Antik Yunan’a dayanarak Rönesans’ı, Rönesans’a yaslanarak “Aydınlanma Hareketini” yaratan, ardından 1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız İhtilalini yapan Avrupalılar ve onların Amerika’ya göçenleri karşısında aynı zaman diliminde yaşayan, şu anda içimizden bazılarının pek özendiği Osmanlı ne yapıyordu, önce ona bakmak gerek.
Resim ve heykel sanatında Avrupa’da Leonardo Vinci, Rafaella, Michelangelo gibi dâhiler yetişirken Osmanlı’da resim yapmak günah, heykeller ise put olarak kabul ediliyordu.
Dante, Shakespeare, Cervantes hümanist edebiyatın öncülüğünü yaparken Osmanlı’da tek edebiyatçı henüz yetişmemiş, daha sonraları bin bir zorlukla getirilen Makyevel’in Prens adlı eseri bazı yöneticiler tarafından gizlice okunuyordu.
Bilim dünyasında Kopernik dünya merkezli evren kuramını çürütüp, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü açıklamasıyla oluşturduğu bilimsel devrimden otuz yıl sonra Takiyüddin Efendi’nin Tophane sırtlarına kurduğu zamanın en büyük rasathanelerinden biri, III. Murat’ın emri, Şeyhülislamın fetvası ile “Tanrı’nın işine karışmak” gerekçesiyle kıyıdan top ateşine tutuluyordu.
Galileo, Kepler ve Newton’u sadece anımsatarak geçiyorum.
Felsefede Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke, Rene Descartes, Spinoza gibi isimler dünyayı algılamak için çaba sarf edip, birlikte yaşamanın kurallarını koyarken, biz çoktan felsefecileri zındık ilan etmiş, felsefe ile de uğraşmayı yasaklamıştık.
Sanat, edebiyat, bilim ve felsefe alanında yaya kalıp, matbaayı bile üç yüz sene sonra kurarak bilginin yayılmasını önlersen, senin topraklarına Hawking düşecek değil ya!
Velhasıl bu toprakların bahtsızlığı çok öncelerden yazılmaya başlanmıştır.
Mustafa Kemal 1923 aydınlanması ile bunu kırmak istemiş, okuma yazma bilmeyen, cahil bıraktırılmış bir tolumda aydınlanma olamayacağını anlamış ve önce okuma yazma seferberlikleri oluşturulmuştu.
Köy enstitüleri bu aydınlanma kavgasının başlangıcıydı, toprak ağaları izin vermediler.
Yetmiş senedir yeniden karanlık bir çukura çekilmek isteniyor bu ülke.
Bugünün üniversitelerinin birinde görevli, “Profesör” ünvanlı bir Rektör yardımcısının “ben cahil halkın ferasetine güveniyorum” sözü ile özetlenebilecek sona doğru koşar adım gidiyoruz.
Şairin dediği gibi; “Su geçirmez bir kaya parçası gibi duruyor, bazıları zamanın derin ırmakları önünde…”
Dr. Reyhan Pütün