Bâb-ı Âli… Zor yokuştur, kimseye kolaylık gösterdiği görülmemiştir.
Kaç kelime dökülmüştür yazarının cebinden o yokuşu tırmanırken kim bilir. Yazılmaya zaman bulunamamış kelimeler. Önümüze bakarak tırmansak; belki eski taşlar arasında bulunacak, yağmur suyundan paslanmış, hallice kelimeler. Yazandan ve yazılandan sahipsiz kalmış harfler. Adresine ulaşmamış nameler, şiirler… Daha dikkatli baksak kuruyan hayaller bile bulunur, Arnavut kaldırımının taşları arasına sıkışmış.
Eski bir taşın üzerine basın ve durup düşünün… Kimler geldi kimler geçti bu yokuştan… Çıkışı ayrı heves, inişi ayrı maceradır. Yağmuru başka, dolusu başka, akşam güneşi başkadır. Kıpırdamayın; yazarlar gelip sizi bulana kadar orada öylece o bastığınız taşın üzerinde kalın. Bekleyin, mutlaka gelirler. Biri gelirse; diğerleri de gelir onun peşi sıra! Fazla bekletmezler!
Düşünün ki; o taşın üzerine bir zamanlar Özdemir Asaf, Cemal Süreya basıp geçmiştir, peşlerinde “basılmaya” hevesli mısralar bırakarak. Asaf’ın cebinden “Paylaşılacak Bir Yalnızlık” düşer payınıza; yalnızlığı paylaşmaya heveslenirsiniz. Cemal Süreya; “iki kalp arasındaki en kısa yolu” gösterir; öğrenirsiniz. Ona “benim de babam öldü” dersiniz; elini omzunuza koyar sigarasından bir nefes çeker. Anlarsınız.
Bir Aziz Nesinlik hikayeye mutlaka denk gelirsiniz; yokuş bitene kadar. Arkandan seslenir; dersini verir sen uzaklaşmadan: “Küçük insanlar büyük yerlere sığamazlar” der. Taş gibi ağır sözleri; Aziz Nesin hatırına tüy gibi taşırsın. Sen sonraki adımları, büyük insan olmak için atarsın.
Yaşar Kemal’in bıraktığı bir iz gelir bulur sizi. Eski bir yayınevinin, daha da eskimiş camekanından dışarı bakar bir kitap karşılar gözlerinizi; Çalıkuşu çırpınır camdan kafes içinde. Bir “Araba Sevdası”na düşersiniz tırmanmaktan yoruldukça, Recaizade Mahmut’u ararsınız. Ağır ağır çıkacağını hatırlatır insana bu yokuş, Ahmet Haşim’in “Merdiven”ine inat. Yokuşu yaşaya yaşaya çıkman gerekir. Nefes nefese kalmadan. Hayatı yormadan… Her adımda geçmişe giderek tırmanırsın.
Duvarlardan birine dayanmış seni bekler Orhan Kemal, “Ekmek Kavgası” peşinde… Yanından geçerken çarpılırsın. Bir Ömer Seyfettin’den bir “Falaka” düşer nasibine; çıktığın yerin kıymetini bil diye.
Can Yücel’in sesi kovalar arkandan seni : “Farzet ki; hiç ayrılmadık” der; inanırsın. Onu “öyle bir seversin ki; yüreğinden kimse ayıramaz”
Yıllar sonra; yokuş yokuşluğunu kaybettiğinde, yere düşen kelimeler eskidiğinde, bir “sonradan görme yazarcık kızın” kalemine düşer Bâb-ı Âli yazarları… Haddini bilmez atılan adımları sayar, büyük yazarları yazar küçücük haliyle, benim gibi.
Edebiyat kalbinin yokuşu, Bâb-ı Âli. Hakkını veremediğimiz ve hep borçlu kaldığımız tek yokuş. İstanbul’un dört bir yanına dağılan; basın ve edebiyat yokuşu. Her tırmanışımda bana kendimi “büyük bir şey” hissettiren yokuş… Bir tek defa araç kullanmadığım yokuş. Her gidişimde yazarlarımla-şairlerimle karşılaştığım yokuş. Keyfini çıkarmak için erkenden yollarına düştüğüm Bâb-ı Âli.
Benim BİN BÜYÜKLERİM… Elimde değildi; bugün, burada, bu masada siz gelip buldunuz kalbimi kalemimi, siz yazdırdınız durup dururken kendinizi. Gelip tepemde durdunuz; zorla Bâb-ı Âli’nizi yazdırdınız.
Haddimi unutturdunuz Hakkınızı helal edin bari.
Dilara Akıncı