Annemin adı nüfusta Kıladet olarak kayıtlıdır. Resmî yazışmalarda, resmî görüşmelerde kendisi de Kıladet yazmak, Kıladet demek zorundadır. Hatta son yıllarda, devlet daireleriyle ilişkilerini ben yürütüyor olduğum için, annem hakkında bu ismi ben de kullanmak zorunda kaldım.
Kimse garipsemedi. Uygur kökenli bir Orta Asya ismi mi sandılar, kıl ve adet kelimelerinden oluşan, eski Türkçe bir teknik terim diye mi düşündüler, bilemiyorum. Ama sağ kaşını hafifçe yükselterek, “Bu ne be?” ifadesiyle bana bakan olmadı hiç. Ama gerçek adını söylesem, Claudette desem, tahminen olurdu.
Teyzemin adı ise Mireille idi. Nüfus memurunun bu ismi nasıl yazmış olduğunu bilmiyorum. Gerçek yazılışıyla mı, Mirey olarak mı, çok daha yaratıcı bir şekilde mi? Teyzemin sağlığında akıl edip de soramadım.
Dedemin bu isimleri nereden bulduğunu, niye seçtiğini ne annem biliyor, ne ben düşünebiliyorum. Yahudilikle, Tevrat’la filan hiçbir alakaları olmadığı kesin. Annemin ismi için, Clark Gable’ın sevgilisiyken genç yaşta bir uçak kazasında ölen, Hollywood’un güzel komedi oyuncusu Claudette Colbert geliyor aklıma ve dedemin böyle gizli bir hayranlığı olabileceğini düşünmek hoşuma gidiyor. Tanıdığım ünlü Mireille’ler ise iki tane, şarkıcı Mireille Mathieu ile Alain Delon’un hayat ve rol arkadaşı Mireille Darc. Ne var ki, Darc teyzemden yedi yıl, Mathieu ise on beş yıl sonra doğmuş.
Yahudi cemaatinin isim seçimindeki bu laiklik garibime gitmiştir hep. Tahminimce Tevrat’ta ne bir Michel vardır, ne bir Jacques, ne Victor, ne Salvador, ne de Henri. Bunlar Fransız okullarının etkisinin, “Biz aslında Batılıyız” vehminin sonucu belli ki. Bense, kendi hesabıma, rahatım! Roni ismi Aaron’dan, yani Harun’dan, Musa’nın kardeşinden geliyor. Gerçi kutsal kitaba düşkünlükten değil, büyükbabamın babasının adından gelmiş adım. Geleneksel olarak, erkek çocuklara büyükbabanın adı, büyükbaba sağ ise onun babasının adı takılır. Genlerimin önemli bir kısmından sorumlu olan Polonyalı dişçinin adı Aaron Wolf’muş; hem Wolf, hem Wolf’un İbranice karşılığı olan Ze’ev annemce uygunsuz bulunmuş. Ama Aaron değil Roni olsun demiş.
“Aaron Wolf” isminin Türkiye’de çok yabancı bir ses olacağından kaygılanmış annem. Tamam da, Roni Margulies’e ne demeli?
Yıllar önce, bir şiir kitabım Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandığında, gazeteden genç bir kadın kitap ekinde yayımlanmak üzere benimle bir söyleşi yaptı. Yazılı olarak gönderdiği soruların birincisi şöyleydi: “Türkçeyi çok iyi kullanıyorsunuz, ama niye anadilinizde şiir yazmayı tercih etmediniz?” Bilemiyorum, belki Yahudi olduğumu biliyor ve “Niye İbranice yazmıyorsunuz” demek istiyordu, ama büyük olasılıkla ismimden yola çıkıyor ve niye Norveççe/ Hırvatça/ Moğolca yazmadığımı öğrenmek istiyordu. Hiçbir ard niyetinin olmadığı, gerçekten bilmediği ve merak ettiği için sorduğu çok açıktı, ben de cevap verip onu zor durumda bırakmak, utandırmak istemediğim için bu soruyu sildim, görmezlikten geldim. Çok alındı, sorularını beğenmediğimi düşündü herhalde, bir daha beni aramadı. Kaş yapayım derken göz çıkarmış oldum.
Yine o yıllarda, arkadaşım Selim Deringil çeşitli evliliklerinin ilkini yaptığında, nikâhına değil, ama Boğaz’da bir lokantada düğününe gittim. Masanın etrafındaki kalabalığın büyük çoğunluğu kız tarafıydı, tanımadığım insanların arasında kaldım, tanıştırıldık. Karşımda oturan bir yaşıtım, “Türkçeyi ne güzel konuşuyorsunuz, ne zaman öğrendiniz” diye sordu. Aynı soruyu birkaç yıl öncesinde doktora tezimi yazarken görüşmeye gittiğim, o yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışan Tevfik Çavdar da sormuştu. Maksatlı olmayan, aksine beni övmek için sorulan bir soru karşısında şirretlik edecek değildim ya. “Teşekkür ederim, 1955’ten beri öğrenmeye çalışıyorum” dedim her ikisine de. (Bu yazının konusu olan kitaptan öğrendiğime göre, klinik psikolog Yudit Namer de aynı cevabı verirmiş. Aklın yolu birdir!)
Ve sonra Erzincan’da 59. Topçu Er Eğitim Tugayı’nda askerlik yapmaya gittim. Avazım çıktığı kadar “Roni Margulies, İstanbul, emret komutanım” diye ilk bağırdığımda yüzbaşının gözlerindeki “Ha?” ifadesi askerliğimin en tatlı anılarından biri oldu. Sonra, aylarca Orta Ağır bataryasındaki hemen herkese ismimin esrarını izah etmem gerekti.
İsmim ve akrabalarımın isimleriyle ilgili aklıma gelen tüm hikâyeleri anlatsam kitap olur. Ama gerek kalmadı. Rita Ender, çeşitli cemaatlere mensup, Türk ismi taşımayan kişilerle Agos gazetesi için yaptığı söyleşileri toplayıp “İsmiyle Yaşamak” adıyla kitap hâline getirmiş. Bazıları Prof. İoanna Kuçuradi veya Hürriyet yazarı Gila Benmayor gibi bilinen kişiler, bazılarıysa en azından benim hiç tanımadığım kişilerden oluşan 46 Türkiye vatandaşı, bu memlekette “garip” ve “yabancı” isim taşıyarak yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Ben kendi ismimi zor zanneder, daha da zor isim olarak ancak liseden sınıf arkadaşım Oton İskarpatiyati’ninkini kabul ederdim. Amma da yanılmışım! Örneğin Daniel Mazliah Çiprut veya Judit de Taranto Deventurero’nun isimleri benimkinden de, Oton’unkinden de çok daha etkileyici.
“Zor isim” dedim ya, isimlerde herhangi bir zorluk yok tabii. Zor olan, bu isimlerle Türkiye’de yaşamak, giderek azalan, azalmasına yol açılan ve dolayısıyla “garipleşen”, egzotik bitkilere dönüşen cemaatlerin mensubu olarak yaşamak. Ari, Arus, Yetvart veya Zakarya isimlerinde sorun yok; ne sorun olabilir ki? Sorun, “Türkiye Türklerindir” denilmesi, mutlu olmak için Türk olma gereğinin dayatılması ve bu isimleri taşıyanların “yabancı” veya “yerli yabancı” olarak düşünülmesi.
Kitaba yazdığı maalesef fazla kısa önsözde Tanıl Bora’nın dediği gibi, “gayrimüslim olanların isimlerinin bir yabancılık ve ötekilik yaftası gibi göründüğünü hep biliyoruz.” Elbette, ama “fazla kısa” dememin nedeni şu: Gönül isterdi ki, ya Bora ya bizzat Ender devlet- isimler-ötekileştirme ilişkisini söyleşilen kişilerin tesadüfî yorumlarına bırakmayıp konuyu doğru dürüst inceleyen bir giriş yazısı yazabilseydi kitaba.
Örneğin, şöyle bilgiler verilseydi:
Her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı Soyadı Kanunu 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilmiş, 2 Temmuz günü Resmî Gazete’de yayımlanmış, 2 Ocak 1935′te yürürlüğe girmiş. Edebe aykırı ve gülünç soyadlarının, aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin, rütbe ve memuriyet bildiren isimlerin soyadı olarak alınmasına izin verilmediği gibi, soyadı seçme görevi “koca”ya verilmiş. (Karşısına çıkan kişilere sık sık soyadı takmasına bakılırsa, bir de Atatürk’e verilmiş herhalde, ama yasada bu konu ayrıca belirtilmemiş.)
Kanunun çıkmasından beş ay sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından oybirliğiyle kabul edilen 2587 sayılı kanunla Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verilmiş. Daha sonra, 17 Aralık 1934’te çıkarılan bir yasayla bu soyadının başkaları tarafından kullanılması yasaklanmış, kızkardeşi Makbule Hanım’ın soyadı Atatürk değil “Atadan” olmuş.
Soyadı Kanunu’yla “yan, of, ef, viç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” heceleriyle biten soyadlarının kaydettirilmesi yasaklanmış! Yani Ermeni, Bulgar, Makedon, Boşnak, Sırp, Hırvat, Rum, Giritli, Fars, Gürcü ve Arap soyadları! İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Meclis’te kanun tartışılırken meselenin özünü açıkça özetlemiş. Şöyle demiş: “Yabancı isimlere gelince, bir memleketin en büyük vazifesi, sınırları içinde oturanların hepsini kendi camiasına ilhak etmektir… Niçin hâlâ Kürt Memet, Çerkes Hasan, Laz Ali diyelim. Bir defa bu, hâkim unsurun kendi zaafını gösteren bir şeydir.”
Rita Ender ile Tanıl Bora’dan bir ricam var: Gerçek insanların “isimler” meselesinden gerçek hayatta nasıl etkilendiğini belgeleyen bu harika kitabın yanına bir kitap daha hazırlasalar: Şükrü Kaya’nın ifadeleriyle “yabancı isimler”, “kendi camiasına ilhak etmek” ve “hakim unsur” konularını siyasî, tarihsel, ekonomik açılardan irdeleyen bir kitap.
Ne güzel olur.
Roni Margulies
(t24.com.tr/k24/yazi/isim-devlet,967)