DİL
19. yüzyılda giderek güçlenen, özellikle de 1860-1870 yılları arasında İtalyan birliğinin kurulmasıyla zirveye ulaşan milliyetçilik rüzgarı, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarına zor günler yaşattı. Osmanlı imparatorluğun dağılmasını önlemek için çare arayan Tanzimat aydınları, giderek güçlenen Sırp, Bulgar, Yunan, vb. ulusal kimliklerinin karşısına Millet-i Osmaniye adını verdikleri Osmanlı ulusal kimliğini çıkarmayı denediler. Sırp’ın Sırpça, Bulgar’ın Bulgarca, Yunan’ın Yunanca konuştuğu imparatorluk coğrafyasında Millet-i Osmaniye’nin konuşacağı bir milli dile gerek vardı. Dilin isim babalığını, “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk kullanan Ahmet Cevdet Paşa yaptı. Kurulduğu günden beri Osmanlı imparatorluğunun resmi dili olan ve Türkçe, Türkî, Lisan-ı Türkî gibi adlarla anılan dil, Lisan-ı Osmanî veya daha sade söylenişiyle Osmanlıca adını aldı.
Devletin kurulduğu 14. yüzyılın başından, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Keçecizade Fuad Paşa ile birlikte 1849 yılında Osmanlıcanın ilk gramer kitabı Kavâid-i Osmâniyye’yi yazmasına kadar geçecek zaman içinde bu dili kullananlar, adının Osmanlıca olduğunu bilmeden konuştular, okudular, yazdılar. Yeni takılan adıyla Osmanlıcanın içinde, Âşık Paşa’nın
Bana virün akçeyi kim ben sizi
Hoşnud eylep getürem arzunuzı
Akçeyi aldı vü vardı bahçeye
Vardı üzüm aldı ol bir akçeye
dediği 1329 tarihli Garib-nâme’si de vardı;
1580 – 1635 arasında yaşayan Nergisî’nin
“kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı” diyecek yerde “Mikrâs-ı tîg ile gerden-i kâfur-iltibasından fark-ı pürlemeânını cüdâ kıldı”
demeyi becerdiği, anlaşılması değil anlaşılmaması marifet sayılan karmakarışık lafları da vardı;
gene Nergisî’nin bu anlaşılmaz cümleleri kurduğu döneme ait “Bir kimse târik-ı âm(kamuya ait yol) üzerine bir kaygan nesne döküp de bir şahs bilmeyerek ânın üzerinden mürur iderken(geçerken) kayarak telef olsa o kimseye ol şahsun diyeti lâzum gelür.“
diyen duru bir dille yazılmış fıkıh kuralı da vardı.
Cumhurbaşkanımızın 23 Aralık 2014 tarihinde yapılan TÜBİTAK Bilim Ödülleri ödül töreninde “Bizim bilime son derece müsait dilimiz varken, bir gece yattık, sabah kalktık baktık ki o dil yok” diyerek tarif ettiği dilimizin biz henüz yatıp kalkmadan önceki durumunu, çağdaş Türk romanının babası ve sade Türk nesirinin kurucusu sayılan Ahmet Mithat Efendi, kendi çıkardığı Basiret gazetesinin 23 Mayıs 1288 (2 Haziran 1872) tarihli nüshasında şöyle anlatıyordu:
En evvel kalem sahiblerine şunu sormak isterim ki, bizim kendimize mahsus bir lisanımız yok mudur? Türkistan’da söylenmekte bulunan Türkçeyi gösterecekler, öğle değil mi? Hayır, o lisan bizim lisanımız değildir. Bundan altı yedi asır mukaddem bizim lisanımız idi, fakat şimdi değil. O türkçe bizim lisanımız olmadığı gibi Arabî ve Farısî dahi lisanımız değildir.
Amma denilecek ki, bizim lisanımız her halde bunlardan haric olamıyor. Haric olamadığı gibi dahilinde de sayılamyor. Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arab ve Şiraz’dan bir Acem getirsek, edebiyatımızdan en güzel bir parçayı bunlara karşı okusak hangisi anlar? Şübhe yok ki hiç birisi anlıyamaz.
Tamam, işte bunlardan hiç birinin anlıyamadığı lisan bizim lisanımızdır diyelim. Hayır, anı da diyemeyiz. Çünki o parçayı bize okudukları zaman biz de anlamıyoruz.
(…..)
Pek a’lâ ne yapalım. Lisansız mı kalalım? Hayır, halkımızın kullandığı bir lisan yok mu? İşte anı millet lisanı yapalım.
(…..)
Arabça ve Farsçanın ne kadar izafetleri ve ne kadar sıfatları varsa kaldırıversek, yazdığımız şeyleri bugün yediyüz kişi anlayabilmekte ise yarın mutlaka yedi bin kişi anlar.
YAZI
Yazının da dilin kendisinden farklı bir yanı yoktu. Yazar Nebizade Nâzım’ın 4 Mayıs 1304 (16 Mayıs 1888) tarihli Mürüvvet dergisinde yazdıkları durumu açıkça ortaya koymaktaydı:
Şîve içün kavaid icadı mümkin olmadığı gibi imlâ içün de mümkün değildir. Ya’ni şu kelimeyi mutlak böyle yazacaksınız diye bir şeyi uydurmak abestir. İmlâyı tekellüm ve isti’mal ta’yin eder. Mesela eskiden bizde bir sağır (ñ) varmış. Telaffuzu dahi (k) ile (n) arasında imiş. Fakat biz şimdi onu gibi okuyoruz. Bu halde varken sağır ‘e ihtiyaç görmüyoruz da (bylyrmysñ-bilirmisin) yerine (bylyrmysyn-bilirmisin) yazmak istiyoruz. Ve kezalik (bylvrmysñ-bilürmisin) yazmıyoruz da (bylyrmysyn-bilirmisin) yazıyoruz. (ķpv-kpu) yazıp ta (ķapv-kapu), (bña-bna) yazıp ta (bana), (bşķh-bşka) yazıp ta (başķh-başka), (ķnģy-kangı) yazıp ta (hangy-hangi) okumak gibi zevzekliklere hâlâ niçün i’tibar edelim? Yazı okumak içün kullanılır. Okumadığımız şeyi yazmakta ve yazmadığımız şeyi okumakta ma’nâ nedir?
Alfabenin sadeleşmesinden yana olan Nebizade Nâzım’ın tersine Ahmet Mithat Efendi, 31 harflik alfabenin yeni eklemelerle 41 harfe çıkarılmasından yanaydı. Aynı tartışmaya taraf olanlardan Münif Paşa ise, 13 Zilkade 1278 (12 Mayıs 1862) günü Cemmiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’de verdiği konferansta, kullanılan yazının yol açtığı zorluklardan uzun uzadıya söz ettikten sonra çare olarak iki yol gösteriyordu. Bunlardan biri sözcüklerin yazım biçimlerini aynen korumak ama yardımcı işaretler yardımıyla nasıl okunmaları gerektiğini vurgulamaktı. Hareke denilen bu yardımcı işaretler zaten vardı ama günlük yazılarda kullanılmıyorlardı. Münif Paşa, harekelerin kullanılmaları halinde bile yetersiz kalacaklarını, yanlarına yeni harekeler eklenmesi gerektiğini, bunun ise işi kolaylaştırmayıp aksine zorlaştırma tehlikesi taşıdığını vurguluyor, daha elverişli olacak ikinci yolun sözcükleri bitiştirmeden, birbirlerinden ayrı harflerle yazmak olacağını söylüyordu.
Münif Paşa’nın ayrık harflerle yazma düşüncesi yarım yüzyıl sonra Harbiye Nâzırı Enver Paşa tarafından askeri yazışmalarda uygulanıp huruf-u munfasıla, hatt-ı cedid, Enverpaşa yazısı ya da ordu elifbası gibi adlarla anılacak, ancak Mustafa Kemal Paşa’nın 1918’de Ruşen Eşref’e söylediklerine bakılırsa yarardan çok zarar getirecekti:
Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır… Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz.
(Ruşen Eşref Ünaydın (1956). Hatıralar. Ankara. s. 28-29)
Osmanlı aydınlarının daha düzgün bir yazı için önerdikleri çareler farklıdır ama yazının çeşitli zorluklar taşıdığı ve Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kaldığı hususunda görüş birliği vardır. Sorunun temel nedeni, sessiz harfler arasındaki ilişkiye dayanan Arap yazısı ile bütün kuralları sesli harfler arasındaki uyuma dayanan Türkçe arasındaki doku uyuşmazlığıdır. İçinde sekiz sesli harf barındıran (a, e, ı, i, o, ö, u, ü) bir dili, tek bir sesli harf (elif), üç hem sesli hem sessiz harf (ye), (he), (vav) ve yirmi yedi sessiz harf kullanarak yazmak, sonra da bu yazılanı doğru okumak hiç kolay iş değildir.
Arapça ve Farsça sözcüklerde kısa seslilerin yanı sıra uzun sesliler vardır. Genel kural, kısa seslilerin yazılmaması, uzun seslilerin yazılmasıdır. Sözgelimi Arapçada bilgin anlamına gelen âlim (ăalm) sözcüğündeki ‘â’ uzundur, yazılır; ‘i’ ise kısadır, yazılmaz. Keza Farsçada anne anlamına gelen mâder (madr) sözcüğündeki ‘â’ uzundur, yazılır; ‘e’ ise kısadır, yazılmaz.
Türkçedeki seslilerin hepsi kısadır. Bu yazının esas zorluğu da zaten, seslilerin hepsinin kısa olduğu sözcüklerin yazımındadır Örneğin (ķdm) sözcüğünde yazılmış sesli harf yoktur çünkü bütün sesliler kısadır. Bu sözcük kadem (ayak) veya kıdem (eskilik) biçiminde okunabilir; her iki okuma da doğrudur. Sessiz harf olarak kullanıldığında ‘v’ sesini veren, sesli harf olarak kullanıldığında ise ‘o’, ‘ö’, ‘u’, ‘ü’ seslerini alan (vav) harfinin bulunduğu sözcükleri okumak da kolay değildir: (srvr), hem sürûr (sevinç) hem de server (reis, başkan) biçiminde okunabilir.
MİMAR SİNAN TÜRBE KİTABESİ KIRAATI
Mimar Sinan’ın kendisi de, türbesi de, türbesinin kitabesi de yaşadığı imparatorluğun aynı anda bir arada bulunan görkemini, sadeliğini ve çoğu zaman arka planda gizli kalan perişanlığını göstermek için hayli uygun örneklerdir.
Osmanlı kaynaklarında Fatih döneminde yaşayan mimar Azatlı Sinan ile Süleymaniye ve Selimiye’nin mimarı Sinan’ın karıştırılması rastlanan bir olgudur. Sözgelimi Evliya Çelebi’nin Mimar Sinan’dan bahsederken, 170 yaşında öldüğünü söylemesi, büyük olasılıkla bu karışıklıktan olsa gerektir.
Etnik kökeni tartışmalıdır. Avusturyalı, Arnavut, Ermeni olduğu yönünde çeşitli savlar öne sürülmüştür. Sinan’ın türbe kitabesini ve biyografisini yazan genç dostu şair ve nakkaş Sai Mustafa Çelebi’nin Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l-Ebniye adlı eserlerinde yer alan “Karaman vilayeti ve bilad-ı Yunan’dan devşirilen…” ifadesi Rum kökenli olabileceği tezini destekler. Nedir ki bunların tümü varsayımlardır ve hiç biri kesin bilgiye dayanmaz.
Sinan’ın iki vakfiyesi vardır. Bunlardan birinde Sinan’ın “efendisi ve mutiki” olan merhum İbrahim Paşa’dan söz edilir. Mutik, kölesini azad etmiş kişi demektir. Adı geçen İbrahim Paşa, televizyon dizisinden beslenen popüler kültürün “Pargalı” olarak öğrendiği, Kanunî döneminin damat, makbul veya maktul sıfatları ile de anılan ünlü sadrazamı İbrahim Paşa’dan başkası değildir. Bu durumda Sinan’ın, İbrahim Paşa tarafından kölelikten azad edildiğini kabul etmek olasıdır. Ancak bunu kanıtlamak olanağı yoktur.
Sinan ile ilgili kesin bilgilerden biri Yeniçeri olarak Osmanlı hizmetine girdiğidir. 96 ile 102 yıl arası bir ömür sürdüğü, 52 yıl boyunca saray baş mimarlığı yaptığı, ondan önce de 26 yıl Yeniçeri olarak hizmet verdiği de bilinir. Bu hesaba göre, Yavuz Sultan Selim’in tüm seferlerine, Kanuni’nin seferlerinin ise önemli bölümüne katılmış olması gerekir.
Sinan’ın bizzat başında durarak veya başlarına kalfalarını dikerek ortaya koyduğu eserleri, bir hesaba göre: 84 cami, 51 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra , 22 türbe, 17 imaret, 3 dar-üş şifa, 5 su kemeri, 8 köprü, 18 kervansaray, 35 saray ve konak, 8 mahzen ve 46 hamamdır.
Osmanlı kayıtlarında “Ayn-ı ayan-ı mühendisin, zeyn-i erkan-ı müessisin, üstad-ı esatizedü’zzaman, reis-i esatizedü’d-devran, Oklidis-il asri v’el avan, mimar-ı sultani ve müderris-i hakani mimar Sinan ağa ibn-i Abdülmennan” (Seçkin mühendislerin gözbebeği, kurucular kurulunun süsü, çağının bilginlerinin ve bütün çağların ustası, yüzyılın ve çağların Öklid’i, sultanın mimarı, hakanın hocası, Abdülmennan oğlu mimar Sinan ağa) olarak anılan Mimar Sinan’ın tüm yaşamına damgasını vuran en önemli özelliği, neredeyse ifrat düzeyindeki alçak gönüllülüğüdür. Süleymaniye camiinin inşaatı sırasında tutturduğu ‘muhasebat’ defterlerinde hangi gün kaç çuval mercimek ile yemek pişirildiğinin bile kaydını tuttururken, inşaatın başlangıç tarihini yazmayı bir böbürlenme olarak görür ve kendi eliyle “bir vakt-i şerif ve bir saat-i said ü latifte ol cami-i münife temel uruldu” diye yazarak bu bilgiyi gizler.
Kullandığı mühür alçakgönüllülüğünü yansıtan bir ayna gibidir.
Üst sıra: “bende-i miskîn kemîne derdmend” (değersiz, her zaman dertli kul)
Orta sıra: “el fakîr el hakîr Sinan” (zavallı fakir Sinan)
Alt sıra: “pir-i sermimârân habâr müstement” (aciz baş mimarın mühürü)
Mimar Sinan’ın kendi inşa ettiği alçakgönüllü türbesi Süleymaniye camiinin kuzeyinde, külliyenin hemen bitişiğinde, bugünkü Mimar Sinan Caddesi ile Fetva Yokuşunun buluştuğu köşededir. Türbenin tek bir mermer blok üzerine Sülüs yazıyla işlenmiş kitabesinin metni nakkaş Sai Mustafa Çelebi’ye aittir.
Aşağıdaki tablo, kitabenin çerçeve içine yazılmış mısralarını, bu mısraların süslü Sülüs yazıyla değil düz kitap yazısıyla yazılmış hallerini, yazılan harflerin Latin Transkripsiyon Alfabesindeki karşılıklarını (http://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_alfabesi), mısraların nasıl okunmaları gerektiğini ve bugünkü dildeki karşılıklarını içeriyor.
Osmanlı’nın bir çok işinde olduğu gibi bu kitabede de ilk bakışta görülmeyen bir perişanlık gizlidir. Tabloda ‘C 2’ ve ‘D 3’ ile gösterilen mısralarda önemli yazım hataları bulunur.
‘C 2’ deki mısranın sonunda yer alan (khşan – kehşân) sözcüğünün bir anlamı yoktur. Samanyolu anlamına gelen doğru sözcük (khkşan – kehkeşân), mermere işlenirken ortadaki (kef) harfinin atlanmış olduğu açıktır.
‘D 3’ ise Sinan’ın ölümüne tarih düşülen mısradır, çünkü hem Sinan’ın bu dünyadan geçtiğini, yani öldüğünü söylemekte, hem de ölüm tarihi olan (hicrî) 996 yılını yazıdan ayrı olarak rakamla da vermektedir.
Bu mısradaki hatanın ilk bakışta görülmesi olanaksızdır. Bir hatanın varlığı ancak ebced hesabı yapılarak anlaşılabilir.
Aşağıdaki tabloda verildiği gibi, her harfin sayısal bir karşılığı olması esasına dayanan ebced hesabına göre, tarih düşülen mısralardaki harflerin sayısal değerlerinin toplamı, rakamla yazılan sayıya eşit olmalıdır.
gçdy: 37 / bv: 8 / dmdh: 53 / chandn: 113 / pyr: 212 / mămaran: 402 / snan: 161 = 986
Kitabede yazılı mısranın ebced değeri 986, yani rakamla verilen 996 sayısından 10 eksiktir. 10, (y) harfinin karşılığı olduğuna göre, metnin bir yerinde bu harfin yazılması yanlışlıkla atlanmış demektir.
Mısranın sonunda yer alan Sinân sözcüğünde geçen ‘i’ sesi kısa olduğu için bu sesin gösterilmediği (snan) yazımı doğrudur. Oysa hata tam da doğru yazılmış gibi duran bu sözcüktedir. Zira genel yazım kurallarına uyulduğunda, olarak yazılan Sinan’ı, (y) harfini de içerecek biçimde (synan) olarak yazmayı engelleyen bir kural da yoktur.
Mimar Sinan’ın mühürüne bir kez daha bakmak, bu bulguyu doğrulamaya yeter. Mühürde koyu renkle gösterilen bölümde bulunan ismin alt tarafında yan yana duran iki nokta, Sinan’ın kendi adını (synan) yazımıyla kullandığını gösterir.
Kitabedeki bu yazım hataları, nakkaşlığın yanı sıra şair ve biyografi yazarı olarak da bilinen Sai Mustafa Çelebi’den kaynaklanmış olamaz. Her ne kadar kitabe metni ‘fe’ilâtün/fâ’ilâtün’ – ‘fe’ilâtün/fâ’ilâtün’ – ‘fe’ilün/fa’lün’ gibi gevşek bir vezinle yazılmış, bol imâle (uzatma) ve zihâf (kısaltma) içeren bir metin olsa da, aruz veznine bunca hakim, ebced hesabından haberli biri bu yanlışları yapmaz. Hatalar metni mermer üzerine işleyen ustanın savrukluğundan ortaya çıkmış olmalıdır.
Kitabenin, Sinan’ın (hicrî) 996 (miladi 1587/1588) yılındaki ölümünden kısa süre sonra yerine konduğu düşünülürse, 400 yılı aşkın süredir yerinde durduğu kolayca anlaşılır. Gene kolayca anlaşılan bir başka şey ise, kitabe yerine konduktan sonra Sai Mustafa Çelebi dahil kimsenin yapılan işi kontrol edip hataları görmediği, gören olduysa düzeltilmesi için herhangi bir şey yapmadığıdır.
Yoksa, mezar taşlarını okuyamadığımız için kahredip Osmanlıca öğrenmeye kalktığımız ecdadımız, maazallah kendi mezar taşlarını, türbe kitabelerini okuyup anlamayı dahi beceremiyor muydu?
Ahmet Okar
İstanbul, 7 Ocak 2015