3 gün önce iş çıkışı…
Her yer kalabalık. Toplu taşım araçları duraklara sıra sıra geliyor. İnsanlar yorgun… Birbirine yakın, kol kola, yanak yanağa evlerine yetişebilme telaşı içindeler. Oturacak yer olmasa da olur… Birbirine destek olmaya çalışanlar sıradandır bu yolculuklarda. Yaprak sarması gibi üst üste yığılmış insanlar. Sadece kafaların üzeri boşluktur. Koltuk bulup oturanlar şans topunun kendilerinden yana olduklarını bilirler.
Daha çevik oldukları için gençler koltuklardadır. Toplu taşım araçlarında belirtilir.” Yaşlılara, hamilelere ve gazilere yer veriniz.”
Gençler ne mi yapar?
Kulaklık takarak, gözlerini kapatırlar, camdan dışarı bakarak görmezden gelirler. Yaşlıyı, hamilleri, gazileri görmemek için, birçok yöntemleri vardır. Yanımda on üç on dört yaşlarında bir genç vardı. Cılız, saçları omuzunda biraz dalgalı. İncecik elleri vardı. İlk bakışta kız mı erkek mi anlayamadım. Yeni çıkan bıyıkları ile terliyordu. Bu kalabalık arasına sıkışmıştı. Ayakta zor duruyordu. Belli ki sırtında görünmeyen bir yük vardı. Dünya yıkılmış altında kalmıştı sanki. Daha fazla dayanamadı. Çöktü yere. Gencin çöktüğü yere eğildim, yavaşça yerden kalmasını en azından oturanların ayak koydukları basamağa hafifçe oturmasını söyledim. O gözler, o bakışlar çaresizliğin çarkında ufalan bir tabloyu resmediyordu. Üzerinde yeşil çizgili bir eşofman üstü vardı. Gözlerime baktı.
-Adın ne senin? dedim.
– Muhammet” dedi, yavaşça.
-Nereden geliyorsun Muhammet? Belli ki çok yorgunsun. dedim.
– Abla sabah beri iş arıyorum Zeytinburnu ve Merter’ de… İş yok. Ne iş olsa yaparım ama yok yok. dedi.
Çaresizlikle baş başa kalmıştı. Erkenden yıkılan hayalleri ile yolculuk yapıyordu Muhammet…
-Nereye gidiyorsun?
-Uzunçayır’a. dedi, kısık sesiyle.
-Peki, ailen nerede?
Sesi titreyerek:
-Benim kimsem yok ki annem babam yok, öldüler. dedi
– Peki, başka kimsen yok mu senin?
-Var, dayımın yanında kalıyorum.
Ağzı yüzü kurumuştu susuzluktan. Kalabalıkta çantamda cüzdanımı bulmak biraz zor oldu. Hissettirmeden cebine yakın ellerimi uzattım, para vermek istedim.
Muhammet:
-Abla istemem senin çocukların vardır. Onlara ver. dedi. Parayı verirken Muhammet’in elleri ile ellerim buluştu. Soğuktu elleri.
-Benim çocuklar mı? Onlara da yeter az çoktur. Muhammet. dedim.
-Telefonun var mı?
-Ablam ben ekmek bulamıyorum ki telefonum olsun. dedi. (Saniyeler içinde “Açız, yiyecek ekmeğimiz yok. diye bağıran halka, karşılık, dünya gaf listesine giren Marie Antoniette’yi hatırlattı bana.)
– Üzerimdeki giysileri de başkaları verdi.
– Metrobüs biletin var mı?
-Yok. İnsanlardan istiyorum. Onlar bana veriyor.
-Peki, dayının telefonu var mı?
Başını sallayarak.
-Bilmiyorum. dedi
Durağa yaklaştık. Son cümlesi
“İnşallah Suriye düzelir. Ben giderim.”
Hayalleri vardı Muhammet’in. Özlemleri, arkadaşları
Oyunları vardı. Hatıralar gözünün önünden geçiyordu belli ki… Bu dünyada gurbette olduğunu hissediyordu Muhammet, yüreğinin en derin yerinde.
Elimden bir şey gelmeyen merhametimle Muhammet’i kalabalıklar arasında bıraktım ve durakta indim, arkama bakmadan yürüdüm. Her şeyi geride bırakmak istedim… Dünya mı hızlı dönüyordu metrobüs mü hızlıydı? Anlayamadım.
“Yaşam koskoca bir incinme” diyordu Bachmann.
“Her ömrün sonunda bir feryat gördüm” diyordu Veysel. Buna inandım…
Bazen gözler uzar gider ya… Utandım biraz insanlığımdan, biraz İstanbul’dan
Bu yaşanmış öykü belki size çok sıradan gelebilir.
Rüyalarla ve gerçeklerin iç içe olduğu, , hayal sınırlarının bambaşka boyutlara taşındığı bir yere gidiyordu metrobüs, içinde Muhammetlerle…
Nezahat Göçmen, 16 Kasım 2014