Beni tanıyanlar bilir, 20 yıl tekstil yaptım, ailemin işiydi!
Galerici oluşumsa bambaşka bir hikayedir, birgün anlatırım, ancak x-ist varlığını büyük ölçüde bu işten kazandığım paraya bağlıdır, o yüzden nankörlük etmeyeceğim…
O dönemde ORTADOĞULU pek çok müşterim vardı. Bunlar yılda bir kez sezon koleksiyonlarını hazırlamak için gelir, çaylarını ve o dönemde kapalı yerlerde içmenin yasak olmadığı sigaralarını tüketirler, akabinde benimle önceden hazırlayıp bilgisayara kaydettiğim çeşitli desenleri al takke ver külah renklendirerek siparişlerini hazırlarlardı.
Ne yalan söyleyeyim, çoğunun zevkleri öyle pek gelişmiş değildi; illa ki aynı ülkedeki, hatta şehirdeki rakiplerinin ayırttıklarını görmek isterler, seçimlerini de onların arasından yapmayı tercih ederlerdi. Hatta bazıları birebir aynı renkleri isterdi ki bu, günümüzün emek düşmanı kopyala yapıştır zihniyetinin standart bir doğulu tezahürüydü. Kişisel yaratıcılıkmış, risk almaymış, hiç itibar ettikleri kavramlar değildi; onlara önerdiğim yepyeni, son dönem çizimlere çok bir halt biliyormuş gibi burun kıvırırlar ve sigaralarından bir nefes daha çekip “L”, yani Arapça “hayır” derlerdi.
Herhalde hala da öyle yapıyorlardır, bilemiyorum…
Eh, ne diyeyim, dervişin fikri neyse zikri de o, malum!
Ancak bir gün dualarım kabul oldu ve kapıdan içeri düzgün giyimli, sarışın, mavi gözlü, mükemmel İngilizce konuşan -ki çoğu tercümanlarıyla gelirlerdi- gençten bir Suriye’li arkadaş girdi. Sohbeti makul ve seçkinceydi, diğerlerine göre de oldukça yeniliklere açık, yani katlanılabilir bir iş yapma şekli vardı. Keyifli bir tamgün çalışmasının ardından işimizi bitirip REHABİLİTATİF GEYİĞE geçtik. Amerika’da okumuş, sonra ülkesine dönüp aile işini sürdürmeye karar vermişti.
Bu arada birşey yiyip içmemesi dikkatimi celbetmiş olacak, sigara tuttum, teşekkür edip oruçlu olduğunu söyledi, ben de ramazanda olduğumuzu hatırlayıp “Allah kabul etsin” dedim.
Yahudi olduğumu biliyordu, o yüzden konuyla ilgili muhabbet ilerledikçe İslamiyetle ilgili makul düzeyde bilgi sahibi olduğumu fark edip keyiflendi. Ona eşimin Müslüman olduğunu söylediğimde o kadar şaşırdı ki ben onun bu şaşkınlığına daha fazla şaşırdım, o derece… Kendi ülkesinde böyle bir şeyin neredeyse imkansız olduğunu, zaten Müslüman bir kadının gayr-ı müslim bir erkekle evlenmesinin YASAL DAHİ olmadığını belirtti. Üstüne o gün eşimin de oruçlu olduğunu söyleyince iyice aptala bağladı, nasıl izin verdiğim sordu, ben de eşimin ÖZGÜR İRADEsiyle istediğini yapabileceğini, benden izin almasının gerekmediğini izah ettim. Sustu!..
Derken gözü arkamda işe başladığım günden beri asılı olan ve pek sevdiğim kalpaklı ATATÜRK portresine takıldı, bir süre baktıktan sonra sarışın-mavi gözlü olduğumdan herhalde, “babanız mı?”, diye sordu. Gülümseyerek “hayır”, dedim. “O tüm Türkiye’nin babası…”
Merakı üzerine verdiğim kısa sayılabilecek bir 20. YÜZYIL TÜRK TARİHİ dersinin tam da sonlarına doğru arkadaşın gözlerinde takdir dolu bakışların belirdiğini fark ettim. Eh, normaldir, neticede az önceki cevaplarıma UZAYLI gibi tepki vermesinin MÜSEBBİBİ olan kişiyle tanışmıştı.
“Şanslıymışsınız”, dedi. “Ülkemi seviyorum, ama bizde cumhurbaşkanlığı bile babadan oğula geçiyor, şu an da başımızda Beşar Esad var, Hafız’ın oğlu… Tüm o anlattıkların onların asla aklına gelmeyecek, ya da en azından yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyler”.
“Boşversene brother”, dedim. “Sanıyor musun ki bizimkiler o şansın farkındalar? Türkler ayaklarına gelen KISMETİ TEPME şampiyonudurlar, o yüzden bizler hiç beceremesek de futbolu pek severiz…”
Espirimden hoşlandı, gülümsedi…
Yıl 2005’ti…
Ve AKP iktidarının henüz ÜÇÜNCÜ yılıydı…
Daryo Beskinazi