2011 yılının Ekim ayında, Libya’yı 42 yıl yöneten Muammer Kaddafi, NATO destekli Arap Baharı hareketi sürecinde yakalanıp öldürülmüştü.
Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da bulunan otoriter rejimlerin yıkılıp, yerlerine demokratik seçimlerle gelen iktidarların geçeceği umudu, bu kanlı devrimlere “Bahar” sıfatını vermişti.
Bu umutla Libya’ya başbakan olan Ali Zeydan, 2013 yılında militan gruplar tarafından esir alınıp, ancak yüklü bir para ödeyerek kurtulmuştu. Aynı zaman diliminde iki ayrı militan gruptan birisi ülkenin petrol üretimini ele geçirmiş, bir diğeri ABD Bengazi Büyükelçisi Christopher Stevens’i öldürmüş ve sivil halka ateş açmıştı.
Peki ne olmuştu da, Arap Baharı bir cehenneme dönüşmüştü?
Otoriterleşme sürecindeki Türkiye’yi, bir zaman makinasıyla geleceği görebilme imkanımız olsa, aynı sorunların kıskacında bulur muyuz?
Bu soruların cevapları, iki kelime ile açıklanabilecek, ama çok uzun tartışamalara kapı açacak bir kavramla ilişkili: devlet kurumları.
Kurumlar, hangi siyasal ideolojinin penceresinden bakarsanız bakın, bu ideolojinin pratiğinin merkezinde atan damarlardır.
Devlet kurumlarının yapısı, bunları denetleyen mekanizmaların işleyişi, ve bu süreçleri düzenleyen yasalar devletin karakterini belirler.
Siyasal iktidarlar, kurumları bir araç olarak, yasaların belirlediği çerçevelerde işleterek, halkın refahı için kullanırlar.
Dönelim başa: Arap Baharı neden bir cehenneme dönüştü? Çünkü otoriter bir yapıyı desteklemek için yapısallaşmış kurumlar otorite boşluğunda işlevselliklerini yitirdiler, oluşan boşluğu güç savaşında galip gelen, ve çoğunlukla bunu silah desteğiyle başaran gruplar doldurdular.
Türkiye bu yola girer mi? Geldik zurnanın zırt dediği yere. Kurumlarını nasıl yapılandırıldığına bağlı olarak, evet girebilir.
Cemaat ihanet çetesinin ülkeyi ele geçirme girişimi olarak yorumladığım 15 Temmuz kalkışmasının sonucunda iktidar, devleti bu çeteden arındırma süreci adı altında, kurumlarını sil baştan düzenliyor, ya da tümden tarihe siliyor. Buna son örnek askeri okulların kapatılması verilebilinir.
Bu süreç, batı standartlarında liyakat sistemi ile kadrolaşan, hukukun üstünlüğü prensibi ile çalışan, gücünü özgürlükçü, eşit, laik ve demokratik bir anayasadan alan kurumların varlığı ile sonuçlanırsa, büyük bedeller ödenmeden atlatılabilinir.
Ama, kurumlar Recep Tayyip Erdoğan başkanlığına yol açacak, otoriter bir sistemi besleyen kanallar olarak algılanıp bu amaçla yapılandırılırsa, o zaman yukarıda belirttiğimiz riskler oluşur, ve başlığımıza aldığımız Türkiye Libya olur mu kaygısını abartısız bir risk olma haline getirir.
Burada, an itibariyle ne yazık ki hiç bir denetleme mekanizmasından geçmeyen bir iktidarla, ve bu iktidarın otoriterleşme eğilimli siyasi lideri ile karşı karşıyayız.
Umalım ki tarihsel tecrübeler ışığında vardığımız karamsar sonuçlar, kanlı senaryolar gerçekleşmesin, ve yanılmış olalım. Ancak tahminimiz, elinde sonsuz yetkileri konsolide etme imkanı bulunduran Recep Tayyip Erdoğan’ın bu fırsatı tepmeyeceği yönünde. Konsolide olmuş yetkilerini serbestçe kullanma olanağı sağlayacak kurumların ve bu kurumların işleyişini düzenleyen yasaların kanun hükmünde kararnamelerle hayata geçirildiği bir sürecin sonucu, bundan 10-20 sene sonra, neden Arap Baharı’ndan farklı olsun?
Siyasal bilimler tarihi, onlarca, bazen yüzlerce yıl öncesinden başlayan süreçlerin izdüşümüdür. Bugün atılan adımların, kanlı dönemeçlerle sonuçlanan bir yolculuğun ilk adımları olmaması umuduyla.
Buğra Bakan, 1 Ağustos 2016