En baştan söyleyeyim, ben 1967-70 yılları arasında, 1962 yılında giriş sınavını 18. olarak kazandığım Galatasaray Lisesi’nde (102. dönem) o zamanların en saygı duyulan, en sevilen ve Türk Edebiyatını gerçekten çok iyi bilen bir usta, efsane hoca Tahir Alangu’nun sınıfında okuma şansını yakaladım.
Tahir hoca öğrencilere “Mollaaaa” diye hitap ettiği için, ona Molla adını takmışlardı. Çok sevilen, her öğrencinin övgüyle bahsettiği bir hocaydı. Onun solcu yaklaşımı, devrimci sözleri, Çehof, Dostoyevski sevgisi o zamanlar hepimizi solcu yapmıştı; kendimizi bağımsız Türkiye’nin ilerici, entelektüel, devrimci gençleri olarak görürdük.
En azından ben de aynı görüşü paylaşırdım.
Ta ki, hocamızın değişik bir yönünü keşfedene kadar. Belki de hiç bilinmeyen bu yönünü, bu yazıları okudukça kızacak, inanmayacak, ateş püskürecek çok kimse olacağını bilmeme rağmen, tarihe kayıt düşmek için yazmak istedim.
Hocamız birçok kişi tarafından çok yüceltilir. Ona hiç itirazım yok.
Ancak her olayı tüm gerçekleriyle bilmenin, insanları sadece bir yönüyle değil, oldukları gibi tanımak gerektiğini savunurum.
Ayrıca, haksızlıklarla döşenen bu hayat patikasında iyi yönler olduğu kadar haksız, kötü yönlerin de olduğunu ve gerçeklerin oldukları gibi, yaşandıkları gibi bilinmesinde yarar olduğunu kabul etmek gerekir.
Kimsenin hakkını yemek istemem, ancak gerçek olayları da korkmadan, çekinmeden tarihe not olarak düşmek benim gelecek nesillerimize, bu ülkeye, eğitim sistemine borcumdur.
Ömer Komili
18 Eylül 2018
Aşağıda, 2001 yılında devremizin Yahoo Sohbet Grubu’nda yazdığım bir yazı:
Gelelim Molla’nın hikayesine…
PROLOGUE
Yıllardır içimde birikim yapan şu konu…
9.cu sınıfa girdiğim günden beri Tahir bana karşı bir pozisyon aldı. Nedeni herhalde daha once açıkladığım şu “Komili” meselesi.
Sözlüye çağırırken “Gomiliii, komprador oğlu, gel bakalım tahtayaaa!” demesine neredeyse alışmıştım, fakat ne yaparsam yapayım notlarım 2 nin üstüne çıkmıyordu. Deliler gibi not tuttum. Hatta sözlülerde sınıfta kim en iyi not tutarsa onun defteri en öne gider, kürsü dibinde oturan biri tarafından hocanın görmeyeceği bir açıdan o notlar sözlüde terleyen öğrenciye sayfa sayfa okutulurdu, hatırlarsınız.
Satır satır okuduğum oldu.
Aynı defterden okuyanlar 7 – 8 alırken ben nasıl 2 alıyordum?
Tabii Molla benim üstüme yaptığı ezici esprileri de geliştirmişti: “Efenim Komili’nin okumaya ne ihtiyacı varmış, geçermiş fabrikanın başına, o para 7 sülalesine yetermiş”…
“Efenim, ne diye kendimi yoruyormuşum, getirseymişim 1 teneke zeytinyağı, yağ gibi olurmuş herşey!”
Güleyim mi ağlayayım mi? Tabii ağlamak zor zanaat, gülerdik acı acı..
Bu arada bilmeyenlere not düşeyim, babamın Komili yağlarıyla veya fabrikayla ilgisi yoktu, o işi amcam yapardı, ve babamla amcam konuşmazlardı. Babam kendi mesleğini icra ederdi. Aile durumları… Neyse….
Heyhat beklenen oldu, Edebiyat, Tarih ve son dakika golü olarak ta bir azizliğe kurban giderek Matematikten ikmal!
Eh, ne yapalım, zaten her yaz alışmışız Tarih çalışmaya, bu yaz biraz da Edebiyat dedik…
Bütün yaz tatili Mollanın notlarını yuttum.
Sıra geldi Eylül imtihanına… Sorular dağıtıldı.. Ulan, o ne? Bir beyit verilmiş, bunun içindeki sanatlar soruluyor. Veya vezinler… O nedir? Sene başında Molla bize kitapları kaldırtmıştı, kendi not tutturuyordu değil mi? Eminim siz de tahmin etmezsiniz ikmal imtihanında kitaptan sorulacağını çünkü hiçbiriniz edebiyattan ikmale kalmamışsınızdır…
Tabii çaktık, hem de güm diye. Tek ders çıkacak filan dendi, bir de baktık tarihten de çakmışız! Yaw nasıl olur, Karlofça anlaşmasının 1699 da olduğunu ve Osmanlı’nın ilk toprak kaybettiği anlaşma olduğunu bilmiştim?
Ne yapalım, kader, tabii evdekiler de dinlemiyorlar benim haklı olabileceğimi..
Yeni yıl, yeni arkadaşlar, ama Molla gene karşımda…
Hikaye bis, re-bis, değişen birşey yok ve ben 2 leri gövdeye indirmekle meşgûlüm!
DÜĞÜM
Bir olay daha patlak veriyor bu arada, ki o da herşeye tuz biber ekiyor:
Molla, bir öğleden sonra sınıfta anlatıyor da anlatıyor.. Herkesin içi geçmiş, gözler çeyrek bakıyor. O yıl yanımda oturan Ahmet **ar, o derste ileriye bir yere geçmiş, başka biriyle kaynatıyor. Bir yandan da birbirimize “telsiz” yolluyoruz, ilk başta uçak resimleri ile başlayan mesajlaşmalar, ağır edebiyat diskuru altında edebîleşti, birbirimize aruz vezniyle porno şiirler yazmaya çalışıyoruz. Ben yazmışım:
Ulan Ahmet **ar, bok kokar
Önüne gelen sana sokar
Kaldıramazsan öyle pipini
Herkes götüne sokar elini.
Kağıt 4’e katlanıp elden ele Ahmet’e ulaşır. Ahmet okur, acı bir tebessümle ve de aruz veznini tutturamadığımdan dolayı “şimdi yedim onu” edasıyla bana bir cevap döşenir:
Ulan Komili, ibnelerin ibnesi
…(buralarını unuttum) ….
… gezerken Beyoğlunda ….
Görmüşsün Osman abiyi
…. Sana kolunu sokarken….(kafiyeyi unuttum)..
Çekip almışsın kol saatini.
Bu sefer telgraf bana iletilir, ben açarım, ve “kol saatini araklama” olayı çok alışılagelmişin dışında gelmiştir, gülümserim!. Bravo Ahmet’e, valla çok iyi bir salvoydu!
DA-DAAN! O ne? Molla arkama dikilmiş “Ver o kağıdı bana!” diyor!
Aman hocam, maman hocam çaresiz, teslim olduk.
Sınıf uyandı, kimse esnemeye bile gerek görmeden gözler fıldır fıldır…
Molla dersin devamında hiçbirşey yokmuş gibi devam etti. Dersten sonra beni Müdür çağırdı (Muh)… Şimdi geldik taraklara…
İŞLER SARPA SARIYOR
Müdürün odasına hayatımdaki 2 ci girişim. Neler konuşulduğunu pek hatırlamıyorum, aklımda bölük pörçük şeyler kalmış:
– Bu oğlancılık! …. Ben askeri lisede de okuttum, bilirim böyle şeyleri!… şeklinde Tahir’den nameler.
– Osman abi kim? ….. bu işin sonu nereye varacak efem? … rezalet bu! … üstelik de kağıdı alınca sırıtmış! şeklinde Muh’tan dehşet içeren sözler…
– Hocam bilirsiniz, burası GSL, herkes böyle konuşur, ne var bunda? … gibi benden cılız ve nafile savunma çabaları…
– Ben oğlancılık nedir bilirim! … şeklinde Molla’nın tecrübe paketinden demetler.
Sıramda, dolabımda arama yapıldı. Sıra kapağımın iç tarafında resimler yapışık. Şu anda Kom’s Pictures adı altında buraya yüklediğim resimler, sadece sigarasız olanları. Şef ve Salih’in komik resimleri var. Aynen, bizzat o resimler, onları sonradan sıramdan söküp albüme yapıştırdım, sonra da scan edip buraya yükledim 35 yıl sonra… Bakın bakalım, ne anlam çıkarırsınız onlardan?
(İlk resim: Salih, ben, Sait (Şef))
“Efem, zaten sırasına erkek arkadaşlarının resimlerini yapıştırmış!” (sanki o zaman kız arkadaşlarımız vardı) …
“Bu ne demek olur biz çok iyi biliriz!”…
Aileler çağırıldı.
Annem babam perişan.
Oğulları cinsi sapık!
Tam bir rezalet!
Facia!
Ölüm, intihar bile kurtarmaz beni artık. Ne yapmalı tanrım? Nasıl anlatayım ki biz acayip eğleniyorduk!
Annem çeker beni bir kenara: “Oğlum, bak bir hata yaptıysan söyle bize…” “Biz affederiz, sen bizim evladımızsın!”
Öldürün daha iyi be!
Ulan ibne değilim, olsam gam yemem valla, bu kadar üzülmem. Haksız yere suçlanmak beni öldürüyor.
(Şimdi burada benim halet-i ruhiyemi tahmin etmeye çalışın)
Uzatmayalım, olaylar bu çerçevede devam etti bir süre.. Nedendir bilmiyorum, belki de delil yetersizliğinden bu olay unutulur gibi oldu. Zaten sınıftaki çocuklar üzerinde pek fazla etkisi olmamıştı, onlar için son derece normal bir yazışmaydı, herkesin konuştuğu dil.
Nihayet sene sonu geldi, babacan Molla yıllık ikinci sözlüsünü yapıp bana mutad 2’yi verdi, ve ben gene gümledim. Bu sefer Edebiyat ve Tarih’in yanına bir iki çerez daha verildi, ve bana belge verildi.
Yani iki sene üst üste çakarak okuldan kovulmuş oldum.
Tabii ki bu bana çok koydu, buraları çabuk geçiyorum. Bilmeyebilirsiniz, belge alınınca en az bir yıl aynı okula gidemezsiniz. Ben o bir yılda başka bir okula geçici olarak gittim, İbrahim Kutluk’un ticarethanesine gidip Edebiyatın kitapta yazan versiyonunu öğrendim, ve tekrar devlet imtihanına hem Edebiyat hem de GS lisesi için girip kazandım, GSL’nin 10. sınıfına, saflara geri döndüm.
Yeni sınıfa girdik, ders Edebiyat, karşımda gene Molla!
Çüş artık olmaz bu kadar yahu… Olay gene aynı nakarat, ilk sözlü 2, karneye 2.
Artık bizimkiler evde beni sorgulamaya ve daha ciddi dinlemeye başladılar…
– Oğlum, niye bu adam sana böyle yapıyor, nedir alıp veremediği?
– Bizi komprador sanıyor.
– Allah Allah! Peki senden birşey istedi mi?
– Yooo.
– İyi düşün, hediye falan, para?
– Haa, zeytinyağı istemişti ama o şakaydı!
– NE? NE ZAMAN? ÇABUK DETAY VER!
– İşte, 3 sene kadar önce sınıfta bir ara “sen ne çalışıyorsun, getir bir teneke zeytinyağ, geç sınıfını demişti”
– Tamam, işte o, niye daha önce söylemedin?
– Sanki inanırdınız da….
Annem hemen Ülkü hocaya gidip vaziyeti anlattı. Ülkü küçükken anneme mahallede “abla” dermiş. Ülkü tavsiye ediyor:
– Valla Müfide abla, bu adamın ne yapacağı, ne istediği belli olmaz, ben olsam götürürüm bir teneke zeytinyağı!
– Aman Ülkü, çabuk adresini telefonunu ver şu adamın.
Biz o akşam annemle bakkala gittik. Bizim evin arkasındaki Hasan abinin “Eti-Gıda” bakkaliyesine. O zamanlar da eşşek kadar olmuşum, ehliyetim bile var, babamın arabasını aldık tenekeyi taşımak için. 20 litrelik bir KOMİLİ zeytinyağı tenekesi. Tabii satın aldık, bizim evde beleş yağ ne gezer, amcamla babam görüşmezdi, biz de herkes gibi zeytinyağını bakkaldan alırdık.
Efendime söyleyeyim, hemen o gece arabayla Molla’nın Esentepe’deki evine gidildi, ben apartmanın önünde bekledim, annem tenekeyi asansörle yukarı çıkardı, Tahir’e vermiş, geri geldi.
HEMEN ERTESİ GÜN sözlüye çekildim. “Molaaaa, sen dersini öğrenmişsin, otur, 7 (yedi)!” diye gürledi!
Ve ben sınıfı ve Edebiyatı ikmale kalmadan geçtim.
Ama, bu olay benim için dramın son perdesiydi; “bundan sonra GSL’de okumam” deyip 11. sınıfa GSL’de devam etmeden kendimi boğazın nefis manzarasına karşı tepelerde, içinde güzel kızların ve çok saygıdeğer hocaların barındığı Eseniş Lisesine attım.
Kaderin cilvesi, Edebiyat ödülleri kazandım, Fen sınıfında olmama rağmen. Atatürk kompozisyonu birinciliğinden aldığım “İlk Adam” kitapları hâlâ kütüphanemde duruyor.
SONUÇ
Bu olayın bendeki ruhsal etkisini bağdaki eşek bile tahmin edebilir. İçimde müthiş bir hırs, kin, öldürme hissi oluştu.
Artık Türkiye’de duramam. Burada ne yapsam “Babasının torpili” olacak… (aslında babam torpil ne yapar, ne yaptırırdı) Uzaklara gitmem lâzım.
Babamın o aralar para vaziyeti pek iyi olmasa dahi, biriktirdiği son 10 bin doları bana verdi ve Fransa’ya okumaya gittim. Amaç, adam olup, Türkiye’ye dönmek ve Tahir’in ağzına sıçmak!
Kendime göre birşeyler oldum. Beni hiç tanımadıkları yerde, kapımın üstüne “Omer Komili, Ingenieur Informaticien” yazdılar. Koltuklarım kabarıyordu. İlk kazandığım parayla anne-babamı Nancy’ye davet ettim. Benim şeflerimin bana övgü dolu lâflarını onlara dinlettim.
ABD ye gittim. Hewlett-Packard’a girdim, sonra kendi şirketimi kurdum 1982 de. Türkiye’de şube açtım. Bu arada babam vefat etti. Sonra askere gittim.
Şimdi sıra geldi eski hesaplara…
Tahir’i aradım, maalesef zıbarmış! Tüh, herif ile yüzleşemeyeceğim! İçime oturdu bu…
Artık ABD’ye dönüyorum. Annem, kardeşlerim ve ben arabada Yeşilköy’e havaalanına gidiyoruz. Etiler’den çıktık, Zincirlikuyu mezarlığının önünden geçerken sağa saptım, mezarlığa girdim. Annemin hemen gözleri doldu: “Ah yavrum, babasına Allahaısmarladık diyecek”…. Pek değil…. Kalbim sıkışıyor, terlemeye başladım. Girişteki bekçi kulübesine Tahir’in mezarını sordum. Girişe yakınmış, tarif etti. Arabayla mezarın yakınına gidebildiğim kadar gittim. Annemin şaşkın bakışları arasında arabadan indim, bagajdan bir büyük bira şişesi aldım.
Ve Tahir’in mezarına gidip, içini daha önce sidikle doldurduğum bira şişesinin içeriğini mezarın her bir tarafına güzelce serpiştirdim.
SON
Ömer Komili, 20 Kasım 2001
Ömer Komili resmin en sağında, 9-E sınıfı 1968.
POST SCRIPTUM
Bazı arkadaşlarım bana kızarak, böyle bir yazı yazmakla Galatasaray Lisesi’nin “iç işlerini” açık ettim diye veya böylesine ünlü, efsane bir hoca’nın, zamanının tanınmış edebiyat kritiği, Ömer Seyfeddin gibi biyografinin, folklor kitabının, çeşitli hikaye kitaplarının yazarı birinin “bir teneke zeytinyağı” için yaptığı (veya inanmakta zorlandıkları), tenezzül etmeyeceğine dair düşünceleri yüzünden benimle görüşmeyi kestiler.
Bazı arkadaşlar ise, “bu kompleksten kurtulmanın zamanı geldiğini, unutmam gerektiğini” söyleyip kâh ayıpladılar, kâh öneride bulundular.
Bazıları ise çok destek oldular.
Tahir hocanın bu yaptıkları 16-17 yaşında bir çocuğun psikolojisini tabii ki bozar. Bu bozukluk, taa 30 yaşlarına kadar devam etmiş, ve sembolik de olsa mezara sidik dökmeye kadar varmış. Bugün geldiğimiz yerde, ne o mezar olayını, ne Tahir hocanın yaptıklarını, ne de derste açık saçık şiir yazmayı kabul etmek mümkün. Bu olaylar ne yazık ki yaşandı, artık onları değiştirmek olası değil. Bütün bunları geride bırakıp, unutmak değil, dersimizi çıkararak, tekrarlanmaması için önlem almamız gerekir.
Ben ise, bunu niye yazdığımı yukarıda anlatmaya çalıştım. Asıl gözden kaçırılan ve toplumsal bir hastalığa dönüşen bir olay var:
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın“.
Biz o sınıfta 40 kadar öğrenciydik. İnsan umuyor ki sınıfça bir dayanışma olsun, en azından bu gibi aşağılamalara (bullying’e) karşı doğru düşünce, vicdan, arkadaşlık, adalet ağır bassın. Öğretmenler çocukları ezmesinler, rüşvet almasınlar, onlarla alay etmesinler, idare bu konulara karşı hassas olsun, herkes insanları küçük düşürecek davranışlardan kaçınsın.
Koskoca sınıfta kimse sesini çıkarmamıştı…
Hatta bugünlerde büyük bir çoğunluk tarafından nefret edilen, yandaş bir gazetenin antipatik köşe yazarı da aynı sınıftaydı, ve Tahir hocanın bu hareketlerine yüksek sesle gülerek destek verir, yağcılık yapardı.
Bunu kimseyi suçlamak için söylemiyorum, o zamanki psikoloji buydu, ve bu çeşit baskılar gerek arkadaşlar, gerek aile, gerek öğretmen, gerekse de idare tarafından kabul edilirdi. Ses çıkarılmaz, sineye çekilirdi.
Aradan 50 yıl geçti, 70’ine merdiven dayadık, değişen bir şey yok. Üstelik iş daha da sarpa sardı; bu baskı, ses çıkarmazlık, “adet böyle”cilik bütün yurdu sardı.
Bugün, ülkemizin başındaki istismarcılara, hırsızlara, despotlara kimse ses çıkarmıyor, sessiz kalıyor.
İşte ben buna dikkat çekmek istiyorum.
Medeni, insan haklarına saygılı, hür düşünce, vicdan ile yaşayıp gelecek nesillerimizi bu çıkmazdan kurtarmazsak, efsane müdürümüz ve büyük şair Tevfik Fikret’in dediği gibi “Fikri hür, vicdanı hür” insanlar olmazsak ülkemizi, insanımızı ileri yıllara taşıyamayız.
Ülkemize mutlu ve aydın bir gelecek dilerim.
Ömer Komili