1 Hanne

Hanne

0

Hanne * Bu hikaye, bir sonraki kitabımdan yola çıkıp;
geçerken  bu kitaba uğrayıvermiş bir misafirdir. Eğer kabul ederseniz…

Oğlum şehit olduğunda 19 yaşındaydı. Ne kimin vurduğunu öğrenebildik ne de nasıl olduğunu. “Başın sağolsun” dediler, babası olacak adam “vatan sağolsun” dedi.  Bu kadar mı dedim içimden; bir evladı dağlardaki düşmana helal etmek, bu kadar mı kolay? İçimden söyledim elbet. 19 yıldır sakladığım bütün çığlıklarımı bir defada attım; dağlar yankılandı.. Delirdi dediler, benden uzak durdular.

Annesini yitirene yetim derler; yetimim. Babasını yitirene, öksüz.. Öksüzüm. Ya; evlat yitirince ne olur insan? Bunu da öğrendim bilirim; evlat yitiren “Karayaş” olur. Taş basar yüreğine, “Karataş” olur. Gözümün her bir yaşı da, bana taş oldu işte. Ana bağrıma evlat gömdüm, üstü açık kaldı. Öylesine kaskatı kesildim ki; doğuşta adım Hanife’ydi; köylünün diline “Karataşlı” oldum. Yusuf kim vurduya giderken; ben kim olduğumu unuttum. Issız oldum, çorak oldum, kum oldum, toprak oldum.

Küçücük bir kızken; bana sorulmadan Ahmet efendi ile baş göz edildiğimde;  bu bana evcilik gibi gelmişti. Hani komşu kızı Zekiye ile oynadığımız oyundaki gibi. Yere kilim serip, oynardık kumaştan bebelerle. Eski çorap geçirir, entari yapardık üstlerine. Ben, hemencecik anne olurdum. Zekiye çarşı pazara giderken; bana bırakırdı kendi bebelerini. Hepsine ben bakardım.

Ahmet efendiye eş diye verilince, içinde oyun oynayabileceğim bir oyuncak evim oldu. Adım, kuma oldu. O da neyse? Ona da, olur dendi.  O evde yaşadıklarım oyun değildi. Sırtımdaki tekme izleri de.  Daha ilk gecede anladım; ben oyuncak evdeki bebe değildim. Tersine; ne güzeldim ne de bebektim. Ondört yaşında üvey baba rızasıyla, otuz koyuna komşu köyün değirmencisi Ahmet efendiye verilen çocuktum. 

Değerim otuz koyunluktu.. Belki yıllar yılı o otuz koyunun sürüsünü ve onlardan doğma kuzuları otlatmaya her götürüşümde bundandı nefretim. Bundandı belki kurt kapsın diye ormanda bıraktığım koyunlara hiç üzülmeyişim… Ve tabiî ki bundandı dayak yediğimde hiç canımın acımaması. Koyunlar eksildikçe belki değerim azalır da; sonunda benden kurtulmak için gitmeme izin verirler sanıyordum.. Koyunları kurt kaptıkça; ben dayak yedim. Dayak yedikçe; koyunları telef ettim. Kumalık görevim; bir erkek evlat vermekti. Görevimi bildim. Yusufum doğdu. Benim kendi kuzum, Yusufum! Koyunları ancak o zaman affettim.

Bir gün çıkıp gitmekti hayalim. Daha büyük hayal kurmaya gücüm yetmezdi. Köyün dışında bir yere gidecektim, Ahmet efendiden uzaklara. Oğlum büyüsün, onu da katıp yanıma gidecektim. Sanki gidecek yerim varmış gibi. Çıkıp gideceğim tek yer oğlumun yanıydı. Onun yeri de, Ahmet efendinin baba ocağıydı. Evladım burada oldukça, evim burasıydı. İşte benim her gecenin sabahında ve her sabahın ucundaki gecelerde kurduğum hayal hep buraya kadardı.

Efendi denir, her erkeğin adının arkasına bizim oralarda. Efendi demek, bizden, kadınlardan üstün demektir. Ne yapsa yeri demektir. Karşısında susulur, kabullenilir demektir. Onlar efendidir, kadın ona efendi derken; efendi olarak kabullenmiş demektir. Oysa hiçbir kadının adının arkasına; hanım denmez bizim köyde. “Karı” denir.  “Ayşe karı”, Ezo garı”… böyle gider. İşte bundandır, kadınlar adamlığa geçmiş bütün erkekleri efendi, adamlığa geçmiş bütün erkekler de kadınları karıdan sayar. Ona göre davranır.

Yusuf’u kaybettiğim gece; karılık da, efendilik de,  evcilik de bitti. Ne yüreğimin ne gözümün korkusu kaldı. Artık ölümden bile korkmayan bir yüreğe ne yapılabilir ki? Hangi kötülük işler, taştan bir yüreğe? Bir Yusuf’un kokusu kaldı bana, bir de bebelik ve askerlik halinin fotosu. Kimse inanmaz ama ne zaman öpsem; bebelik fotosu süt gibi; askerlik fotosu ise oğul oğul kokar.

Herkesin “Allah korusun” diyerek kulaklarını çekip tahtaya, taşa vurdukları bir hikaye ile başladı benim köylük hayatım, sonra yüreğimi yangın yeri eden bir gece bu hayatım son buldu. Yaşadım ama kanımın yarısı, canımın yarısı topraktandı artık. Sizin dinlemekten korktuklarınızı, ben yaşadım. Yıkıldım. Yıkıldığım yerde kalaydım, iyiydi. Evlattan sonra ayakta kalmak kötüdür amma daha da kötüsü hayatta kalmaktır. Yaşamayan anlamaz ne dediğimi. Varsın; anlamasınlar. Yeter ki; aynısını yaşamasınlar.

***

Devin hanımın ölümünden iki üç ay sonra bana, “Devin sultanı bir de sen anlat” dediler. Ben anlatacakmışım, anlatılırken sesimi alacaklarmış. “Of ki; of! Yine gitti giden, gitti giden! Devin hanım da gitti! Siz sesimi ne yapacaksınız” dedim. “Geri gelecekse; canımı vereyim!”

Hepimizi salona çağırıp; oturttular. Bize ne bıraktıysa; verdiler tek tek. Onun bize diyemediklerini de, kağıttan okudular.  Sonra dediler ki; “kitap olacak”. En doğrusunu dediler. “Kitap gibi kadındı” dedim, büyük laf mı ettim bilmem ama esası bu!  Gülümsediler, içleri yana yana.  Yangın, yine düştü göğsüme.  Nasıl sıcak anlatamam.  Yüreğim nasıl alevli, nasıl bir yangın yeri. Tanıyorum ben bu yangını yıllar öncesinden. Ha, işte aynı böyleydi.

Devin hanım son yangınım olsun, ben de zamanlıca gidem artık Yusufumun yanına, hanımımın yanına. Başka duam yoktur, bu yaşımda. Ağladığımı görünce yanıma gelip oturdu; Can oğlum. Elimi tuttu öptü. “Oy yavrum” dedim, “benim yavrum gitti,  senin de anan”

-“Merak etme Hanne, annem cennette Yusuf’u arar bulur.”

-“Tövbe, tövvvvbeee” dedim. Deli oğlan… “Cennette aranan bulunur mu?”

-“Hanne meraklanma” dedi, “annem cehennemde de arar bulur”

-“Tövbe, tövvvvbeee”

Sarıldı sıkıca bana,  hanımımın cennette oğlumu bulamazsa neler yapacağını aklımıza geldi, güldük, etraftan görürler mi fark ederler mi, bu kadın ne diye gülüyor ölünün arkasından derler mi diye bakındım etrafıma… Sonra beraber ağladık oğlumla, anasına.

“İçinden geleni anlat, yeter” dedi bana yazar hanım. Ben de anlatacağım elbet. Kendimce helalleşeceğim anlatırken de. Çoraklaşan bir hayata bile tohumlar atan, yürek yangınlarında, dağ çiçekleri açtıran kadını anlatacağım: Devin Hanımı.

***

Bir sabah Hüseyin emmi karşıladı beni otobüslerin durduğu yerden. Sarı bir arabaya koyup, hükümet konağı gibi bir eve getirdi. Bahçesi babamın tarlası kadar amma daha güzel… Bir ekini eksik, her yer bahar bahçe.  Bir koca it çıktı karşımıza; yüreğim yarıldı. Simsiyah, kocaman. Yanıma gelip; eteğimi kokladı. Kaçacak yer aradım amma, it bile beni adam yerine komadı. Burnunu sürttü, çekti gitti.

Başımı kaldırıp konağın büyüklüğüne baktım. Sandım ki; göğü delecek. Vay vay vay, bura nere? Koca koca duvarlar içinde, bir eski ev. Bizim köylerin ağasının evi gibi hele! Eski amma çok güzel. Hemi de  duvarları boyalı, kırmızı kırmızı.  “Buraya kaç kişi sığar” dedim Hüseyin emmiye? “Şişşşttttt” dedi. Sustum utanarak.

Çevresine duvar örmüşler yüksek yüksek. Mapushane duvarı gibi. Kimse girmesin diye mi, kimse kaçamasın diye mi, bilemedim. Koca koca duvarlar, ama ben en çok duvarlarını sevdim buranın. Merdivenler, beyaz, taş. Biraz eskice, ama yuva işte.  Bahçede bir koca kuyu. Bura insanlarının da mı kuyusu varmış? Evlerinde suları akmaz mı ki? Aynı bizim köydeki gibi.  Hüseyin emmi çekeledi kolumu. O zaman anladım ağzım açık açık etrafı seyrettiğimi, aptal aptal. Aptal değildim ben amma.

Konağa girdiğimde ayağımdaki kara lastiklerden utandım. Gözelim konağın taşını mı pisleticem? Ahhh, kazağımın koluyla siliverseydim keşke dışarıdaki eşikte! Başımı kaldırıp bakamıyodum, orada kim var kim yok bilmeden dikildim, bizim uzaktan akrabamız olup da halime acıyıp; bu eşiğe getiren Hüseyin emminin yanında.

Emmi bu konağa gelip; bahçesiyle, çeriyle çöpüyle uğraşıyordu. Şeherli adamlar bunu yapamıyordu zahir? Anlamazlar mıydı, çapadan? Hüseyin emmi, rahmetli anamla hısımdı. Bizim oralarda kıymetlidir hısımlık. Hele ki; büyük şehre düşünce.

Sesimi kısıverip; sordum; “Emmi, bu insanlar ağa mı, bey mi?”

“Nerden çıkardın şimdi bunu” dedi

“Yerdeki taşları sıcak? Ayaklarım sıcak oldu. Neyle ısıtmış olalar ki; goca gonağı?

“Tövbe tövbe… sus be kızım…..sus”

Ev çok güzel kokuyordu, hatırladığım bu. Bizim kırlar gibi. Evin hanımının entarisine bakakaldım. Uzundu. Yeşildi, asker parkası gibi. Asker denince ciğerim deliniyor, yeniden gelip bir taş oturuyordu gönlüme… Ağır taş.. Yeniden “Karataşlı” oluyordum. Entarisinden gözümü ayırıp, yüzüne bakamadım.

Hüseyin emmi, beni anlatıyordu kendince… Duyuyor da anlamıyordum. Sinek kovarmış gibi yapıp siliverdim gözümün yaşını. O ara, bir küçük çocuk koştu geldi; durdu önümde. Yüzüme baktı derin derin. Yusufumun gözleri gibi, kara kara gözleri. Meraklı… amma çekingen. Ben de ona baktım; bir ona bakabildim, içeri girdim gireli çekinmeden. Baktım, baktım. İçim doyana kadar baktım. O da bana baktı.

Tam gönlümden, hani karataşa dönen yerden bir koca sel aktı.  Yürek bi kerem, taşlandıysa; en baştan yürek olur mu heç? Ellerim buz, yüreğim ateş oldu. Öylece kaldım.  Bir sevgi boy verdi sanki içimde, sazlıklar gibi geniş geniş. Ondan bana ve benden o oğlana. Bizim köydeki azılı seller gibi. Kimseden ses gelmiyordu. Sonra oğlan, birden sarılıverdi bacaklarıma. “Bu benim!” diyerek. Şaşırdık. Bu oğlan, bendeki evlat acısını mı hissetmişti de; gelip sarılıvermişti dizlerime? Yusufum mu yollamıştı yoksa onu bana, yaktığı yangını söndürsün diye. Yoksa, Yusufum beni bulmak için bu çocukla mı can bulmuştu yeniden. Bunu bilmem amma ben o oğlanı Yusufum belledim, öyle sevdim.

Devin hanım, bir koşu yanıma geldi. Oğlan, benim gibi köylü bir kadına gelip de sarıldı diye kızacak, beni de dövüp; bu evden atıcak sandım. Eyle bir korktum… Ağlayacaktım… Gidecek yerim, zaten heç yoktu ki… Bahçede kal dese; kalacaktım kara itle. Toprakta olsa yatacaktım, yeter ki; atmasındı beni duvarların ötesindeki şehre.

Evin, evden daha gözel kokan hanımı, çocuğun yanına çömeldi. Uzandı, elimi tuttu. Elleri yumuşacıktı, benim keçeli ellerimin içinde. Benimkiler pençe pençeydi.  Utandım. Daha çok tutsun isterdim, amma tutarsa ağlardım. Tutmasındı daha iyiydi; elimi çektim; bırakmadı, daha sıkı sarıldı. Güldü bana bakarken; yüzünün sertliği gevşedi.

“Cancım, bak bu Hanife anne” dedi.  Elin kadını daha beni bilmeden, tanımadan bana “anne” demişti, oğluna anlatırken. Beni ana yerine komuştu.

“bu benim!” dedi çocuk dudaklarını sarkıtarak. “Bu! İşte buuuu, benimmm. Benimmm!”

“evet, bu senin, Hanife Annen”

Canmış oğlanın adı meğersem. Ne güzel ad… Yusufumdan sonra en çok bunu beğendim. Analar can vermez mi oğullarına doğururken; ve can vermezler mi onların yerine; onlar yaşasınlar diye. Ben de canımı verebileydim; Yusufumun yerine.. O yaşayaydı, ben öleydim.

Can minicik yüzünü bana doğru kaldırdı. Burnunu buruşturarak bana baktı. Bizim köydeki gıdiklere benziyordu. Küçük, şirin ve zıplayan keçi yavrusu gibiydi.

“Hanne” dedi bana.

Önce anlamadık, bakındık durduk birbirimize, “ne diyor bu bala” dedim. Anası güldü.

Çocuk yine konuştu: “Hannee”

“Han-ne”, yani “Han” ife An “ne” , konuşmayı yeni öğreniyor, söyleyemiyor kelimeleri”diye açıkladı evin kokulu hanımı.

 O an oda değişti, Devin hanım değişti, ev değişti, hayatım da değişti.

Adım Hanife. Köylünün dilindeki “Karataşlı Hanife”, “Kara Hanife” Oğlumu kaybettim kaybedeli; Devin hanımın yalısında emektarım. Kendi oğlumu kaybedeli beri, onunkini büyüttüm. Yusuf’un yerine yeni bir can koydum günüme geceme. Evladın yerini tutar mı başka çocuk? Elbet, tutmaz amma ben Can’la, kanayan, kanarken de cayır cayır yanan bağrımı sardım.  Adını seslendiğimde, anasının kalbinden çıktığı gibi seslendim. Ona hep “Can oğlum” dedim. Yusuf’un boşluğuna bir koca Karataş koymuştum ya, işte o Karataş’ın yerine de Can’ı koydum, azcık serinledim.

Hanife o gün öldü, Karataşlı Hanife de, Kara Hanife de hepsi aynı gün öldü. O günden sonra kendi adımı bir daha hiç duymadım. Adımı seslenseler, dönüp bakmayacak kadar yabancılaştım Hanife’ye ve ondan geriye kalanlara. Sığıntı geldiğim evde aileden oldum. Can’ın Hanne’si oldum.

Dilara Akıncı

yorum

Yorumlar kapalı.